KENEF M U R A T   K A Y A L I BOKTAN DOĞAN BİR SANAYİ İMPARATORLUĞU


KENEF i BOKTAN DOĞAN BİR SANAYİ İMPARATORLUĞU MURAT KAYALI


KENEF  Boktan Doğan Bir Sanayi İmparatorluğu ROMAN Kapak Tasarımı : Polat Akyurt  Kitabın Tanıtım Sayfası : @kokarmokartoktutar Yazarın İnternet Sayfası :  www.muratkayali.com © MURAT KAYALI 2018 Tüm hakları saklıdır. Bu yayının hiçbir bölümü yazarın yazılı ön izni omaksızın ,herhangi bir şekilde yeniden üretilemez, basılı ya da dijital yollarla çoğaltılamaz. Kısa alıntılarda mutlaka kaynak belirtilmelidir.


KENEF BOKTAN DOĞAN BİR SANAYİ İMPARATORLUĞU MURAT KAYALI iii


MURAT KAYALI / ESERLER Artı Eksilmeler / Şiirler 2009Göğe Bakan Adam / Şiirler 2014Çıplak / Şiirler 2016Cumeyra /Şiirler 2016Utanç / Şiirler 2016Sakat Ruhlar Korosu / Şiirler 2017Cilimboz Deresinde Yalnız Çocuklardık / Roman 2017


v „ Bok kuruyunca sinekler yan çizer.“




Önsöz  Bu kitabı okumaya başlamadan önce, müsadenizle bir kaç söz söylememin ve yaz-dıklarım hakkında yine bir kaç açıklamanın yararlı olacağını düşünüyorum. Bir Ro-man olmasının yanısıra aynı zamanda içerdikleriyle teknik, tarihi olan ve aynı za-manda toplumsal eleştiri yapan sosyal  bir kitap. İlk başlarda verilen teknik bilgileri gereksiz  görmemenizi  diliyorum.  Çoğumuzun  yaşadığı  bir  talihsizliktir  tuvalet tıkanmaları.  Olur  da  lazım  olur.  Günlük  yaşamda  telafuz  etmekten  kaçındığımız bu tanımlamanın aslında dört yanımızı sarmış olduğunu daha belirgin görmeniz için, ülke ve dünya basınından trajikomik ama gerçek bok hikayelerini aldım. Asıl hikayenin boktan olmadığını göreceksiniz. Bokun her yerde ve her zaman, başka başka biçimlerde karşınıza çıktığını göreceksiniz. Siyasetten edebiyata kadar uzan-makla kalmayıp, dünyadaki bütün insanların yaşam biçimlerinden, kültürlerine ka-dar etken olmadığı bir alan yok. Bok heryerde.  Geçmişte  yaşam  kalitemizi  belirleyen  o  olduğu  gibi,  gelecekteki  yaşam  kalitemizi belirleyecek olan da o olacak gibi görünüyor. KENEF güçlü bir roman çünkü her boka dokunuyor. Kirlenmekten ve kınanmaktan korkmadan. Temiz bir insan kal-manın her zaman bir yolu var, Hayat bizleri bazen olmak istemediğimiz bir yere bırakabiliyor  ama  orada  kalmak  zorunda  değiliz.  Henüz  onbeş  yaşında  tuvaletçi-liğe başlayan bir çocuktan, öğrenmenin ne kadar gerekli olduğunu öğrenmek tarif-siz bir güzellik. Boku algılayışınız, boka bakışınız ve bu boktan dediğiniz hayatla o-lan ilişkiniz değişecek. Buna yürekten inanıyorum. vii




1 Gökyüzünde Bok Var Bayrampaşa´da bir adamın kafası bok gibiydi. Suratına sıçılmış insanlara baka-rak düşündü. "Hakediyor puştlar!" diye mırıldandı ve gazete kağıdına sarılı vis-kisini  yudumladı.  Ağzına  sıçılmış  bir  dünya  vardı  karşısında,  ya  da  o  bu dünyayı ağzına sıçılmış bir yer olarak görüyordu. Fast food restorandan çıkan örtülü kadınları seyretti, ellerinde Coca Cola dolu kağıt bardaklarla koşturan neşeli  çocuklara  baktı.  Arkalarında  kalın  enseli  adamlar  yürüyordu,  göbekli, bakımsız ve hımbıl tipler. Bok gibi adamlar velhasıl. "Gel de ağzına sıçma böyle tiplerin, kendi köfte ekmeğine yaban öküzler. Sanki doğma  büyüme  Amerikan  pezevenkler,  götünde  don  taşıyamıyor  ama  çizbür-ger  deyişini  görmeli.  Hepsi  birer  bok  böceği,  kendilerine  benzetiyorlar  çocu-klarını, yarının obur bok böcekleri neşeyle koşusturuyorlar ortalıkta." Bir yan-dan  bunları  düşünüyor,  bir  yandan  kızdığı  bu  insanlara  acımaktan  geri kalamıyordu. "Bu acımak denen zaaf, bizi zaten bu hale getiren bu değil mi? Bu değil mi başımıza gelen felaketlerin ağababası?  Babasını s.keyim!" Viskisini yudumladı, insanlara baktı, dünyaya baktı, kendisine bakacak durum-da değil di. Bütün bu pisliğin içinde, kendisinin de bombok olduğunu bildiğin-den içmeye devam etti. Rahmetli babası viskiye viski demezdi. fışkı derdi, yani bok. 9


"İlk  söyleyeceğin  sözü  en  sona  bırakma."  dedi  kadın.  Adam  insanları kırmaktan çekinmeyen bir tipti ve sözü uzatmayı, gevelemeyi sevmiyordu ama asıl kırmaması gerekenlerin canına okuyordu o başka. Öksüre öksüre kadını dinliyordu. Ağzının kenarından akan et yağlarını elinin tersiyle sildi ve kadına dönüp.  "Eeeeee devam et." dedi.  "Söylemek istediğim, söyleyeceğini sonunda zaten söylüyorsun ve kızıp darıla-cak olan, sana yine kızıp darılıyor. Boşuna zaman harcamış oluyorsun kibar o-lacağım diye. Gereksiz kibarlık yapmamak lazım." "Çok  doğru  söylüyorsun,  gereksiz  kibarlık  yapmamak  lazım.  Sahtekárlık  o-luyor aslında, o insana dürüst olmamış oluyorsun." "Öküze  öküz  gibi  davranmalısın,  serçe  gibi  değil.  Tabii  serçeye  de  öküz  gibi davranmamalı. Kibarlık, gerektiği gibi davranmak oluyor sanırım." "Kesinlikle  öyle.  Doğal  olmak  en  kibar  ve  doğru  davranış  biçimi.  Bu  kibar sözcüğü bile gereksiz, kim icat etmiş bunu yaaaa! Arkadaş, olduğun gibi ol, Mevlana boşuna mı söylemiş." Oturma odasının camından gökyüzünü göremedikleri, TOKI dairesinde, insan olmanın ne demek olduğunu konuşuyorlardı. İyi ki Mevlana vardı. İstanbul efendisi olmakta neymiş, bal gibi İstanbul´luydular işte. Kafaları tavana vursada, şehir ayaklarının altındaydı. Adam,  kahvesini  alıp  balkona  çıktı.  Hasır  sandalyesine  gömülüp,  ayaklarını diğer  bir  sandalyeye  uzattı.  Yarın  çalışmayacak  olmanın  keyfi  yüzünden  oku-nuyordu. Diğer balkonlara baktı, bazılarında çamaşırlar asılıydı, bazıları depo gibiydi, kocaman naylon çuvallar, eski püskü şeylerle doldurulmuştu.  10


Çiçeklerle donatılmış bir balkon göremedi, ne olacaktı çiçek olsa, kendi balko-nunda da yoktu.  Arı,  sinek,  böceklerle  uğraşmanın  neresi  güzel,  gereksiz  şeylerdi  çiçekler. Çocuklarını alıp parka götürüyordu, palmiyeler, fiskiyeler vardı orada, yetiyor-du onlara bu yeşillik işte, daha fazlasına gerek yoktu. Balkondan çocuklarına seslendi. "Gelin bakın ne diyeceğim, yarın sizi gezdireyim biraz, ne dersiniz?" Beş yaşındaki oğlu, elinde bir paket Doritos çipsle koşarak babasının yanına geldi.  Sonra  sekiz  yaşındaki  kızı,  ekranı  kırık  bir  cep  telefonundan  başını kaldırmadan kardeşini takip etti kız. "Hani hep yakınıyorsunuz ya, buradan gökyüzünü göremiyorsunuz diye, yarın ben sizi o büyük ve meşhur AVM ye götüreyim diyorum. Biraz gözünüz gön-lünüz açılsın." "Ördeklerin yanına gidelim baba." dedi oğlan. "Gidelim oğlum, ördekler sana kurban olsun." "Ben sinemaya gitmek istiyorum." dedi kız burnunu tuhaf tuhaf oynatarak. "Sana  burnunu  oynatma  demedim  mi  kızım,  sinemaya  başka  zaman  gideriz, hadi o aletle oynamayı da bırak artık." dedi adam. Oturduğu koltuktan onları seyreden kadının içi sevinçten kıpır kıpırdı. Kocasının  bu  sevimli  halini  ve  çocuklarının  mutluluğunu  seyretmeye  doy-amıyordu. O babasının karşısında sinema sözünü bile ağzına alamazdı. "Gökyüzüymüş, boş mavilik, gökyüzünde bok var. Ben sizi AVM ye götüreyim, görün  bakın  neler  var.  Yağmur,  kar  yağsa  ne  olacak,  adamlar  üstünü  ka-patmışlar, üfül üfül esiyor içerisi. Ne sivrisinek var ne böcek, yerler pırıl pırıl.  Yarın görürsünüz. 11


Erkenden işine başlamıştı yine, her günkü gibi. Pisuarların plastik ızgaralarını çıkarıp  yıkadı  önce,  sidik  taşlarını  yeniledi.  Lavobaları  yıkadı,  oturakların  ka-paklarını  güzelce  sildi.  Ne  zaman  bir  gün  evde  kalsa,  ertesi  gün  işleri  böyle yoğun oluyordu. „Bir boktan anlamıyor bu çocuk, öğreneceği de yok. Allahtan diğer eleman iyi. Dün güzel geçti, AVM nin kapısından girerken, koruma nasıl da baktı ama ara-banın anahtarına, öküz bakarsın tabii, sen beni ne sandın, senin gibi boktan bir işle uğraşan birisimi sandın. Yemişim senin kravatını, fırfırlı, yıldızlı göm-leğini, göğsünde adın yazılı kartın var diye kendini bir bokmu sanıyorsun, gör-dünmü ne yazıyor anahtarın üzerinde he gördünmü? Mercedes Benz yazıyor ya! Evladım biz boktan işlerle değil, direk bokla uğraşıyoruz. Allahın izniyle a-rabanın  borcuda  bitecek,  evin  bittiği  gibi.  Siz  sıçtığınız  sürece  ben  kazana-cağım.“ Bir yandan harıl harıl çalışıyor, bir yandan harıl harıl düşünüyordu. La-vobanın  yanına  monte  ettirdiği  yeni,  Dyson  marka  el  kurutucusuna  gururla baktı.  Yerleri  yıkayıp  kuruladı,  sabahın  dördünde  bu  işleri  şimdi  yapmazsa, gün içinde sürekli gelen giden olduğu için bu derece muntazam yapamıyordu, o zamanda içi rahat etmiyordu. Oturduğu bölüme geçti ve sandalyesine otur-du, termostan kendine bir çay doldurdu. Üzerinde doksan derece Limon Kolo-nyası yazan şişenin yarısını başka bir şişeye aktardı ve kapağını kapatıp   rafa kaldırdı, diğer yarım şişeyi suyla doldurdu ve çalkalayıp kasanın yanına koydu. „ AVM nin tuvaletleri ne temizdi öyle ya! Bir gün burası da öyle olacak, bu he-rifler pek anlamazlar gerçi ama anlayacaklar. Bok deyip, kenef deyip geçmeyeceksin öyle. Bunun atmosferi var, hijyeni var, keyfi var. Ecnebiler biliyorlar bu işi, adamlar sıçmanın bir keyif olduğunu bi-liyorlar,  adamlar  keneflerine  dergiler  koyuyorlar,  ben  dergi  koysam  alıp kıçlarını siler pezevenkler. Ayak takımı işte, minibüsçü, dolmuşçu, kaportacı bunlar, bunlar köylerinde bir deliğe sıçıp, kıçlarını otla silen insanlar.  12


Bunlar bana bir lirayı çok görenler. Var mı lan öyle bedavaya sıçmak? Sıçıp git-miyorsun ki; suyu kullanıyorsun, sabunu kullanıyorsun, en son model havalı el kurutucusunu kullanıyorsun, bunun elektiriği var, sıçarken ışığın var, kolo-nyan var. Bir lira çokmuş, hassiktir! Git yola sıç, donuna sıç, gelme o zaman. Götünün rahatı bir lira etmiyorsa gelme! Nankör yaratıklar, ulan ben senin evi-ne gelip kenefine girsem, klozetinin yanına sıçsam, boklu kağıtları yere atsam, çeşmeni  şarıl  şarıl  akıtıp  ellerimi  yuna  yuna  yıkasam,  bembeyaz  havlularını kapkara yapıp çıksam ve bir de giderken kolonya dökünsem ve sonra da bir li-rayı masana bırakırken yüzümü ekşitsem ne yaparsın lan, söyle ne yaparsın? Bir daha sıçtırırmısın beni kenefine, söyle sıçtırırmısın? Bütün bunları bırak, sadece  bokumun  kokusunu  çekermisin  bir  liraya?  Bak  ben  hepsine katlanıyorum.Teşekkür  ediyorum,  iyi  günler  diliyorum.  Ben  bu  çocuğu  çıka-rayım işten en iyisi, gerçekten bir boktan anlamıyor. Diğer elemana sorayım bakayım tanıdığı çalışkan birisi varmı. Böyle boktan adamlarla kaybedecek za-manım yok. Böyle büyüyemem, hangi bir işe yetişeceğim tek başıma? Yaşım ilerliyor, her gün böyle ondört, onaltı saat daha ne kadar çalışacağım böyle? Bu kenef bensiz de dönmeli. Başka başka yerlerde yeni kenefler açmalıyım ve o ke-neflerde bensiz dönmeli, işini bilen ve işini seven adamlar getirmeliyim işyerle-rimin başına. „Dedim ya dostum, sen sıçtıkça ben kazanacağım. Hepiniz sıçın, hiç üstüme alınmıyorum. Siyasetçisinden, artisine, şarkıcısına, yazarına, her kim „Ben sıça-cağım.“ diyorsa, ben onun için varolacağım. Portatif taşıma keneften tut, altın varaklı  kenefe  kadar,  ne  kadar  çeşit  kenef  varsa,  ben  sana  bu  hizmeti  suna-cağım. Herkese bütçesine ve götüne göre kenef. Her şey sizin rahatınız için.“ Bizim ülkemizde insanlar göte göt derler ama kenefe kenef demezler. Lavoba derler, ulan lavobayamı sıçacaksın, lavobada el yüz yıkanır. Hela de,kenef de veya en azından tuvalet de, ne bu kibarlık budalalığı? O kadar çok telafuz ede-mediğin yabancı kökenli sözleri, yarım ve yalnış söylerken utanmıyorsun ama  13


kenef  demeye  utanıyorsun.  Diline  yakıştıramıyorsun  ama  uluorta  ana  avrat küfürler savunmak çok medeni, öyle mi? Ataların utanmamış bok sözünü kullanmaktan ve yerli yerine koymuşlar boku. „İki ucu boklu değnek.“ „Adam olacak çocuk bokundan belli olur.“ „Bir uyuz keçi sürüyü boklar.“ „Düşün düşün boktur işin.“ „Nerede çokluk, orada bokluk.“ „Soydur çeker, boktur kokar.“ „Boka taş atma,üstüne sıçrar.“ Velhasıl az buz uğraşmamışlar bok ve bokluklarla. Sen şimdi bokundan niye gocunuyorsun arkadaş? Yediğin içtiğin bok, hayatın bok. Bok gibisi var mı bu dünyada, sıçmasan yaşayamazsın. İnsan bu dünyada götünün kıymetini bilme-li. Güzel bir kenefin hakkını vermeli ve o muazzam ve tarifsiz anın tadını çıka-ra çıkara sıçmalı. Ben sana bu rahatlığı sağlamazsam, bana da yuh desinler. 14


2 Azimle Sıçan Taşı  Deler Hayatta başarılı olmak zor. Hangi işi yaparsanız yapın, her işi yapan binlerce, onbinlerce insan var. Siz başarılı olmak istiyorsanız farklı olmak zorundasınız. Aynı işi yapan insanlardan farklı olmalısınız, sizi onlardan ayıran ve daha çeki-ci kılan farklılıklarınız olmalı.İnsanların sizi tercih etmelerini sağlamanız gere-kiyor.  Kalite,  fiyat,  dürüstlük,  sevecenlik,  güvenirlik,  devamlılık  gibi artılarınızın olması gerekiyor. Markalaşmanız, bir marka olmanız gerekiyor. Ke-nef  işinde  de  bu  böyle,  diğer  iş  alanlarındaki  rekabetten  farklı  bir  rekabet yaşamıyorsunuz,  sonunda  bir  liradan  ibaret  bir  olay  değil.  Nereye  ve  hangi şartlarda  sıçmak  istediğinizi  siz  belirliyorsunuz  (daha  doğrusu ben).Sıkıştığınız  bir  anda,  elli  metre  ötenizde  sıradan  bir  kenefe  girmek  var-ken,  sabredip  bir  ikiyüz  metre  daha  gidip,  benim  keneflerimden  birinde  ih-tiyacınızı gidermenizin, bir değil, bir çok sebebi olmalı ve ben bu sebebleri ya-ratmalı ve sunmalıyım. Benim keneflerim diğer keneflerden farklı olmalı. Hedefinizde benim gibi bir kenef imparatoru olmak varsa, saydığım bütün bu farklılıkların  üzerine  çıkmak  zorundasınız.  Sıçmayı  bir  kültür  haline  getirme-lisiniz.  Çağ  üstü  olmalısınız.  Dünyaya  yeni  bir  sıçma  anlayışı  getirmelisiniz. Bokun tarihini okuyup öğrenmelisiniz.  Shit, yes ı can... Sanayide  açtığım  ve  işlettiğim  ilk  kenefimi  hiç  unutmayacağım.  Sabahın  dör-dünde temizlediğim lavobaları, kenarına sıçılmış taşları ova ova yıkadığımı hiç  15


unutmayacağım.  Tek  tek  katlayıp  istiflediğim  kağıt  peçeteleri  hiç  unutmaya-cağım. Adını bilmediğim adamların, beni aşağılayan bakışlarını hiç unutmaya-cağım. Hayatta başarılı olmak zor. Ayakta kalmak zor. İnsan olmak zor. Kolay olan ne var? Evine gitmek, eşine sarılmak, çocuklarına sarılmak, Allah´a şükür demek ko-lay. Kolay ve güzel. Sahip olduğun hayatın tadını çıkarmak kolay, sevinmek ko-lay,  mutlu  olmak  kolay.  Bütün  bunlar  zor  sandığımız,  zor  kılınan  şeyler günümüzde. Yaşamak  bize  zor  gösteriliyor.  Mutlu  olmamızı  istemeyen  insanlarla kuşatılmışız.  O  zor,  bu  zor  deniyor,  mutluluk  imkansız  deniyor,  basit  yaşa-mamız  istenmiyor,  yetinmemiz  istenmiyor,  hep  daha  fazla,  hep  daha  ileri. Vahşi bir maddiyat kuşatması altındayız, adına kapitalizim denen canavar bizi yutmak istiyor. Kapitalizim benim bokumu yesin, ben onu kendi silahıyla vura-cağım  ve  o  benim  mutlu  olmama  engel  olamayacak.  Boktan  sisteminin  or-tasına sıçacağım, bok neymiş görsün. O benim ne kadar azimli olduğumu bil-miyor. Karadenizliler  ne  güzel  söylerler,  “  Ha  poh  yiyenin  uşağu!“.  Babaların  her günahı işleyip, oğullarının melek olmasını istemelerini tanımlarlar. Oğullar, ba-balarının  günahını  çekerler.  Hep  babalarınızın  ipoteği  altındadır  hayatınız. Ben, o zavallı tuvaletçi babamı aşacağım. Aileme sahip çıkacağım, çalışacağım ve çocuklarımın yanında olacağım. Bu boktan dünyada onları yalnız bırakmaya-cağım.  Bokun  ve  boktan  şeylerin  neler  olduğunu  onlara  öğreteceğim.  Bu dünyada boktan insanların da olabileceğini onlara göstereceğim. Onların gele-ceğine  ipotek  koymayacağım.  Bütün  bunları  yapabilmek  için,  bütün  boktan işleri yapacağım. Benim ne kadar azimli olduğumu dünyaya göstereceğim. Ba-balarının bir kenef işletmecisi olduğundan utanmayacak benim çocuklarım ve  16


benim eşim. Yaptığım işi aşağılayan ve buna burun kıvıran insanlar yaptıkların-dan utanacaklar. Ben utanılacak bir iş yapmıyorum. Para bokun kokusunu ör-tüyor, bunu çok iyi biliyorum. Karakteriniz yoksa, her şeyi mahvedersiniz, her şeyin bir bedeli var. Ben, işimi gereken asalet ve doğrulukla yapıyorum. Ödemem gereken bedeli ben ödeyeceğim, çocuklarım ve eşim değil. Verdiğim hizmetin önemini kavrayan insanlar var. Yolda,  yolculukta  çektiğiniz  sıkıntıları  çok  iyi  biliyorum.  Giremediğiniz  kene-fler, çektiğiniz sancılar, döktüğünüz terler, trende, vapurda sıkıştığınız zaman-lar. Bunların hiç birisine yabancı değilim. „Ya şimdi altıma yaparsam!“ dediğiniz anlar.  İnsan, en önemli ihtiyacını, nasıl olur da bu kadar önemsiz görür anlamış deği-lim. Yaşayan biliyor. En çaresiz ve sona yaklaştığınız bir anda karşınıza çıkan bir kenef (benim kenefim), bir de tertemiz ve pırıl pırılsa ve ihtiyacınızı en ra-hat ve konforlu bir şekilde giderebiliyorsanız, sizden mutlusu yok. Cehennem-den cennete düşmüş gibi oluyorsunuz. „Medeniyetin gözünü seveyim.“ diyor-sunuz. Evet, sıçmak bir medeniyet meselesi. Din, insanlık, medeniyet kenefte başlıyor.  Bir  eve  misafirliğe  gittiğiniz  zaman,  o  evsahibinin  temiz  bir  insan  olup  ol-madığına karar vermenizdeki en büyük etken kenefi oluyor. Temiz havlular, la-vobadaki kokulu sabunlar, hiç kullanılmamış hissi veren oturak, size not verdi-riyor. „Kenefi  böylesine temiz olan insanın, mutfağını düşünmeye gerek yok.“ diyorsunuz. İşte medeniyet ve kültür bu.  17


Nerede olursa olsun, sıçarken kendinizi evinizde gibi hissetmenizi sağlayan a-dam benim. Marketlerde gezinirken, sürekli olarak insanların hangi yiyecekleri alıp araba-larına koyduklarına bakarım. Sonra o insanların tiplerini süzerim, kiloları, be-den  şekilleri  ve  tenlerinin  durumunu  gözden  geçiririm.  Onların  bu  yedikleri besinlerden kenefe bırakacakları bokun hangi renk, hangi koku, hangi kıvamda olacağını size rahatlıkla söyleyebilirim. İnsan ne yerse onu sıçar. Doktorunuza  sidik  ve  bok  numuleri  vermişliğiniz  vardır.  Modern  tıp,insan-ların iç hastalıklarını teşhis etmekte bu işlemi yapmaktan kaçınamamaktadır. Bokumuz bizi ele verir.  Bokumuz bizim yaşam alanlarımızın kalitesini belirler. Ortaçağlarda insanların pencerelerden  sokağa  dökülen  oturaklara  oturup  sıçtığını  düşündüğünüz  za-man, o sokakların nasıl bir durumda olduklarını gözünüzün önüne rahatlıkla getirebilirsiniz.  *“Boklarımızın  çevremizi  nasıl  etkilediği  üzerine  yazılmış,  belki  de  en  değerli  eser. İsviçre’nin Zürich kenti Sular İdaresinin yazdığı ve İsviçre’nin en büyük günlük gazetesi olan “Neue Zürcher Zeitung”un yayınladığı “Von der Schissgrub zur modernen Stadtent-wässerung” (sıçma çukurundan modern şehir atık suyuna), başlıklı kitaptır.  Görüldüğü  gibi  Avrupa’nın  en  ilgili  ülkelerinden  biri  olan  İsviçre’nin  büyük bir  kurumu  “Sıçma”  kelimesini  kullanmaktan  öte,  bunu  kitabına  başlık  bile yapmıştır.  İnsanlar genellikle böyle kelimeleri kullanmayı ayıp saymakta, tuvalet kelimesi-ni  bile  kullanmaktan  kaçınmaktadır.  Hele  kulağı  hiç  tırmalamayan  “bok” sözcüğü yerine, çok daha kaba olan “dışkı” kelimesini kullanmaktadır. Acaba neden? Bari “dışkı” demekle bunun rengini veya kokusunu değiştirebilmiş ol-sak!  Halbuki  günlük  konuşmalarda,  bazı  deyimler  kullanırken,  hiç  çekinme-den “bok” kelimesini sık sık ağzımıza alırız. 18


İnsanların, tabiata aykırı bu tutumunu inceleyen Freud ve diğer psikanalizcile-rin çok ilginç yorumlarına kitabımızda yer verilmiş olduğu gibi, bu tabuları yık-maya çalışan yeni nesillerin çalışmaları da dile getirilmiştir. Medeniyet tarihi yazılırken, kalıntılarda bulunan tuvaletlerin kalitesi, o devrin medeniyetinin seviyesinin tesbitinde önemli rol oynamıştır. Biz  Türklerin  “Tuvalet  kültüründe”  Avrupa’ya  öncülük  yapmış  olduğumuz, Avrupa literatüründe belirtilmiş olmasına rağmen, Osmanlı Devletinin çöküşü yıllarında, bu alanda Avrupa’nın çok gerisinde kalmışız. Ne var ki turizmin ge-lişmesiyle  birlikte,  yeni  yeni  hamleler  sonucu  memleketimizde  halı  döşeli, lüks  bir  salon  niteliğindeki  tuvaletler  bile  yapılmaya  başlanmıştır.  Buna rağmen yurdumuzda Batı-Doğu tuvalet sentezi henüz çözümlenmemiş, alatur-ka helâ taşına oturan ecnebilere rastlandığı gibi, alafranga helâ taşının (kloze-tin) üzerin çıkarak çömelen vatandaşlarımızın bulunduğu da bilinen bir gerçek-tir.“ Kenefin tarihini okumak zorundayım. İnsanın, bokun, çevrenin birbirlerine o-lan bağlantılarını bilmek zorundayım. Ben bu büyük kenef imparatorluğumu, bunları bilmeden kuramam. Sanayide kenefçiliğe başlamış bir adamın, kenef üzerine sahip olduğu bu derin bilgi birikimi sizi şaşırtmasın. Azimli olduğumu söylemiştim. Yoluma konulan bütün taşları bu bilgimle kaldırdım. Azimle sıçtım ve taşları deldim. Hayat zaten boktan deyip geçseydim, bugün olduğum yerde olmazdım ve bir çok insan gibi, gerçekten boktan olan bir hayatın sahibi olurdum. *İçine Ettiğimizin Dünyası / Şefik Okday 19


20


3 Kenef Tıkanıklığı Yağmur benim uykularımı kaçıran, rüyalarıma giren şey. Başıma gelmesinden en  çok  korktuğum  olay.  Mahvolurum,  ortalığı  bok  götürür  ve  sonrasında bütün yatırımlarımın yanı sıra ismim zedelenir. Bu yüzden, bütün tarihi bilgi-lerle  beraber  edinmem  en  gereken  en  önemli  bilgi,  teknik  bilgi.  Tesisatçılık üzerine öğrenebileceğim ne varsa, yutarak öğrendim, gerekli aletleri alıp, her zaman ulaşabileceğim yerde bulundurdum. Bir kenefin tıkanması, bir ülkenin ekonomisinin tıkanmasına eş değerdedir. Özellikle  yağmur  yağdığında  ortaya  çıkan  tıkanıklıkların  yaşanması  meşhur-dur.  Tuvalet  gider  borularında  yaşanan  tıkanmalar  Dünya’nın  her  yerinde karşılaşacağınız en kötü durumlardan biridir. Öyle ki, yaşanabilecek en talihsiz olaylar arasında insanın başına gelebilecek kötü durumlardan tıkanmış tuvalet ile karşılaşmak açık ara farkla birinci olur. Modern yaşam alanlarında tuvalet ihtiyacı büyük bir öneme sahiptir. Gerek umumi tuvaletler gerekse ev yada o-fis  içerisinde  mevcut  klozet  giderlerini  kullanılırken  dikkat  edilmesi  gereken bir çok kural vardır. Bunların en başında tuvalet kağıtlarının yanlış kullanımı sonucu oluşan tıkanıklıklar gelmektedir.  Bir toplumu mahveden bilgi tıkanıklığı gibi. İlk olarak üst katlardan dökülen suyun neden sizin tuvaletin içinden taştığın-dan  bahsedeceğiz.  Kanalizasyona  giden  ana  borular  üzerinden  yaşanan  tıkan-malar bu bölgeye en yakında tuvaletin deliğinden kendini tahliye eder.  21


İleri doğru pis su ilerlemediğinden borunun içinde birikmeye başlar. Siz tuvale-tin  sifonunu  çekmeseniz  dahi  üst  kat  komşularınızın  tuvaleti  kullanması  so-nucu su kendini tıkanıklığa en yakın su deliğinden dışarı atar. Bu durumun en fazla  yaşandığı  bölgeler  arasında  bodrum  katta  oturan  vatandaşlarımız  zarar görür.  Toplumda zararın çoğunu hep alttakiler görür. Basit  tıkanmalar  için  üretilen  tuvalet  açma  telini,  tuvaletin  içerisine kaçırdığınız  bez,  kağıt  parçalarını  dışarı  çekmek  için  kullanabilirsiniz.  Kul-lanımı oldukça basit olan bu yardımcı aletin yapısı elektrik tesisatı döşeyen us-talarının kullandığı susta teline benzemektedir. Borunun içerisinde kolay iler-leyebilen  metal  yay  girdiği  borunun  şekline  göre  kıvrılarak  tuvalet tıkanıklığının  yaşandığı  bulunduğu  yere  ilerler.  Hareket  kabiliyeti  duruncaya kadar el ile ileri doğru göndereceğiniz teli sağa sola çevirip suyun akışına yol açabilirsiniz. Tuvalet açma telini size en yakın yapı market ya da nalbura ben-zer mağazalardan temin edebilirsiniz.  Keşke beyin açan teller de olsa ve onları en yakın marketlerden temin edebil-sek. Kameralı Robotla Tuvalet Tıkanıklığı Nasıl Açılır? İşim  hakkında  bilgilerim    çoğaldıkça,  bu  tıkanma  işlerinin,  her  zaman  telle, insanla  çözülemeyen  bir  iş  olduğunu  da  öğrendim.  Gözünü  sevdiğim  bilgi çağı, teknik çağ.  Bu dünyada ne yok ki, bir yanda sıçmayı beceremeyen insanlar varken, bir yan-da da kenef tıkanıklığını açan robotlar icat eden insanlar var. Çevrenizde sürekli duyduğunuz bu tekniği hiç bilmeyen fakat bilgi edinmeniz icin detaylı bir şekilde robotla tuvalet tıkanıklığının nasıl açıldığını ve ne işe yaradığını anlatmaya çalışacağım.  22


Bilindiği üzere sürekli tıkanma yapan tuvalet borularında belli bir süreden son-ra tıkanıklığı açtırma zamanı giderek daha kısa sürede yapılmaktadır. Sorunun kaynağına  inilmeden  yaptırdığınız  açma  çalışmaları  karşınıza  sürekli  bir  ma-liyet olarak çıkacaktır. Benim gibi tuvalet tıkanıklığını açan ustaların asıl göre-vi  tıkanıklığı  açmak  değil,  tıkanıklığın  neden  yaşandığını  bulabilmektir.  Fir-mamızın  tuvalet  tıkanıklığı  açma  işlemini  kolaylaştıran  makinelere  sahip  ol-duğunu ve bu makinelerin kameralı cihazla kontrol aşamasından geçtiğini bil-meniz gerekir. Tıkanıklığı robot makine ile açtıktan sonra borunun içerisinde neden  bu  tıkanıklığın  yaşandığını  görmek  için  kamera  gönderilir.  Kamerada görülen problemler aynen ekran yardımı ile görülerek sıkıntının tekrar yaşan-maması için yapılacak işlemler sırasıyla yapılır. Bu işlemlerin her biri yapılır-ken  herhangi  bir  kırım  döküm  işlemi  yapılmadığı  için  yüksek  maliyetler  ile karşılaşmazsınız. Kameranın önemi buradan anlaşılıyor ki nokta tespiti yapa-rak nerede sorun olduğunu anlayabiliyoruz. Tuvaletin borusunda tıkanmaya se-bep olan bölgenin yeri tespit edilerek, sadece tadilat yapılacak kısımlar belirle-nir. Nokta  tespitlerimizi  insanlarda  da  böyle  yapabilsek,  onları  değiştirmeye çalışmak yerine, onlarda ki eksikleri tamamlamaya çalışırdık. Bok deyip geçmeyin demiştim. Bir de keneflerin montajı var. Alaturka ve Alafranga kenefler birbirinden çok farklı.  Batılı ve doğulu insanların birbirinden farklı düşünme, yaşama, duyumsama, duygulanma, sevme ve öfkelenme biçimleri kadar farklı. Alaturka hela taşının sifonu açıkta veya gizli olarak iki şekilde döşenir. Ağız-ları buna göre bırakılır. Koku ve gazların binaya sızmaması için hela taşlarında lastik contalı standart sifonlar (S) kullanılır. Sifonu açıkta monte edilen hela taşlarında kendinden contalı adaptör takılmalıdır. 23


Sifonu gizli monte edilen hela taşı montajında, sifonun döşemeye oturma yeri tespit  edilmelidir.  Sifonu  açıkta  bırakılan  montajda  ise  sifon  döşeme  altında askıya  alınıp  sabitlenmelidir.  Sabitleme  bağlama  teli  ile  iki  katlı  saç  örgü yapılarak terazisinde olmalıdır. Sifon ekseninin bitmiş duvardan açıklığı hela taşına  göre  değişebilir,  265  –  350  mm  arası  uygundur.  Önemli  olan  bitmiş duvarla hela taşı arasının 100 mm olmasıdır. Sifonun etrafı harçla sabitlendik-ten sonra ağzı kapatılarak etrafı ince ve kuru kumla doldurulup sıkıştırılır. Alafranga  hela  taşlarının  atık  su  ağız  ölçüleri  tiplerine  ve  firmalara  göre değişir. Yapıda hangi tip alafranga hela taşı kullanılacaksa ölçümlendirme ona göre yapılır. Alafranga hela taşları atık suyun çıkışına göre alttan çıkışlı ve arka-dan çıkışlı olmak üzere iki tipte üretilmektedirler. Ayrıca duvar düzlemine bi-tişik ve duvara asılan hela taşları da vardır.Alafranga hela taşlarının çıkış ağzı Ø80  mm’dir.  Bağlanacağı  atık  su  borusu  ise  Ø100  mm’dir.  Burada  atık  su bağlantılarında adaptör kullanılır.   Adaptör  çap  uygunluğu  sağladığı  gibi  montaj  mesafesi  ayarı  ve  kalın  con-tasıyla sızdırmazlık da sağlar. Piyasada kada olarak da bilinen adaptör eksan-trik  ve  konsantrik  olarak  iki  tipte  üretilir.Alttan  çıkışlı  alafranga  hela  taşı tanım olarak gizli çıkışlı, düşey eksenli ve ağzı döşemenin üzerinde kalan hela taşıdır. Bu hela taşlarının atık su tesisatı genellikle asma tavan ile döşeme a-rasında veya döşeme altında bulunur. Atık su ağzı döşemeye sıfır bırakılır ve sonradan  takılan  kadanın  yüksekliği  50  mm  olur.  Alafranga  hela  taşlarının bağlandığı atık su boruları ve havalandırma boruları çapı 100 mm olmalıdır. Hela taşının bağlandığı noktanın atık su kolonuna uzaklığı, elden geldiğince kısa  tutulmalıdır.  Atık  su  ağzının  merkezinin  duvardan  uzaklığı  200  mm  ol-malıdır. Arkadan çıkışlı alafranga hela taşları, tanım olarak açık çıkışlı ve yatay eksenli seramik sağlık gerecidir. Alafranga hela taşının atık su ağzının bırakıl-masında  da  atık  su  tesisatının  durumuna  göre  iki  yöntem  uygulanır.  Bunlar döşemeye dik veya döşemeye paralel ağız bırakma yöntemleridir. 24


Alafranga hela taşı bu yöntemde 90° lik, ağzı lastik contalı dirsek bağlantısı ile Alttan çıkışlı alafranga hela taşı hâline dönüşür.  Atık su borusu kat döşemesinin altından veya düşük döşemenin içinden geçer. Atık su çıkış ağzı ekseninin bitmiş duvara uzaklığı, seçilen ürüne göre değişir. Yapının atık su kolonu, tesisat bacası veya aydınlıkta yer almaktadır. Bu sistem-de, alafranga hela taşı atık su tesisatına bağlanacağı atık su çıkış ağzı ekseni, bitmiş  döşemeden  170  mm  üstte  olacak  şekilde  bırakılır.  Bırakılan  atık  su çıkış  ağzı  alafranga  hela  taşının  bina  atık  su  kolonu  ile  bağlantısının  yapıl-masında  kullanılır.  Duvar  düzlemine  bitişik  alafranga  hela  taşlarının  atık  su çıkışları arkadan ya da alttan çıkışlıdırlar. Duvara sıfır montaj edildikleri için tesisatın gizlenmesi, mekan içinde ölü nokta bırakmaması, temizliğinin kolay olması gibi sorunları çözümlenmiş çağdaş bir üründür.  Duvar düzlemine bitişik alafranga hela taşlarının ağzı iki şekilde bırakılır.  Bu bağlantı şeklinde firmaların özel ürettikleri dirseğin gireceği atık su çıkış ekseninin  bitmiş  duvardan  uzaklığı  2Ağzı  lastik  contalı  özel  düz  boru  ile yapılan  arkadan  çıkışlı  bağlantıdır.  Yapının  atık  su  tesisatının  tesisat  bacası veya aydınlıkta yer aldığı durumlarda ideal çözümdür.  Bu bağlantıda dikkat edilmesi gereken, düz borunun bağlanacağı atık su çıkış ekseninin bitmiş döşemeden 170 mm yukarıda bırakılmasıdır. Ayrıca atık su borusu mufu bitmiş duvara sıfır bırakılmalıdır.50 mm olmalıdır.  Atık su ağzı bitmiş döşemeye sıfır bırakılmalıdır. Biliyorum,  bunlar  çok  detaylı  teknik  bilgiler  ama  gördüğünüz  gibi  tamamen farklılar.  Biz  doğulular  kestirmeden  düşünürüz,  kestirmeden  sıçtığımız  gibi. Batılı bokunun nereye gitmesi gerektiğini düşünüyor.  Uluorta kestirmeden sıçmıyor.  Biz; „Adam sende, sıç gitsin işte.“ derken, o „Sıçarsam, ya gitmezse.“ diyor. 25


Onların  pencerelerdeki  oturaklarından  sokağa  sıçtıkları  zamanda,  bizim  şeh-zadelerimiz tahterevalli ile sıçmaya gidiyorlardı. Nereden nereye geldik. İnsanların kenef üzerine söylediği çok şey var. **“Yok, ben ciddiyim. Gerçekten tuvaletlerden söz edeceğim. Üstelik ne zamandır söz et-mek  istiyorum  da  başka  konu  mu  kalmadı  deneceğinden  çekindiğim  için  bir  türlü  ya-zamıyorum.  Benim çocukluğumda “tuvalet” sözcüğü pek bilinmezdi. Tuvalet, zengin kadınların balo-larda giydikleri giysinin adıydı. Hacet görülen o yere “ayakyolu, memişhane, kenef, ka-demhane, apteshane” gibi pek çok ad verilirdi ya da düpedüz “hela” denirdi. “Lavabo” diyenle henüz hiç kimse karşılaşmamıştı; WC’yi tanıyan yoktu. O zamanlar oranın en ki-bar adı, Fransızca “numarasız” sözcüğünün yanlış anlaşılmasıyla dilimize girmiş “yüz-numara” sözcüğüydü. Alafranga tuvalet herhalde çoktan icat edilmişti; ama henüz bize kadar  gelmemişti.  Helalar  evin  dışında  bir  yere  yapılırdı.  Çoğu  da  kabaca  örülmüş  üç duvarla çevrili bir yere kazılmış çukurun üzerine, ortası aralık bırakılarak atılmış iki ka-lastan ibaretti. O zaman birileri çıkıp, “Gün gelecek bu helalar evlerin içinde olacak.” de-se büyüklerimiz belki de dalga geçildiğini sanıp kahkahalar atarlardı.  Suyu bittikçe doldurulan bir ibrik vardı, bir de duvara çakılmış çivilere takılı bezler. “ Hijyen” sözcüğü girmemişti sözlüğümüze, “dezenfekte, dezenfektan” gibi sözcükleri duy-muşluğumuz  yoktu.  Altımızı  ellerimizle  yıkardık.  Kim  bilir  ne  mikroplar  kaptık,  ne hastalıkları bu yüzden yaşadık.  “Hiç bir şeyi yoktu. Aniden hastalandı. Kuş gibi gidiverdi zavallı.” diye anlatılan ölümle-rin kim bilir kaç tanesi bu mikroplar yüzünden oldu.  Sonra evlere su geldi, helalara da bir boru çekildi, ucuna musluk takıldı. Ama biz hâlâ altımızı  ellerimizle  yıkamaya  devam  ettik.  Alafranga  tuvaletler  evlerimize  girmeye başlayıncaya kadar.  26


Aa! Ne rahatmış! Artık kendi dışkını avuçlamak zorunda değilsin.  Musluğu açtınmı altın bir güzel yıkanıyor, sana da sadece tuvalet kâğıdıyla kurulanmak kalıyor. Gördüğüm en ilginç tuvalet İran’daydı. Şiraz’da kaldığımız otelin tuvaletinde bir köşede bizim “alafranga” dediğimiz bir klozet, tam ortada da alaturka bir hela taşı. Klozeti kul-lanmak isteyen, gecenin kör karanlığında hacet gidermeye kalkmışsa, hele ortadaki deliği unutmuşsa vay başına gelene! Ayağı birden boşluğa gelebilir;  ayağındaki terliği düşürebilir; ayağını çıkarmaya çalışırken kendisi yere kapaklanabilir. Otel sahibine sorsanız her zevke göre tuvalet yaptırmıştır işte, daha ne? Türkiye’den çıktığınızda doğuya da gitseniz batıya da gitseniz yokluğunu en fazla hissede-ceğiniz şey, taharet musluğudur. Almanya, eski Yugoslavya, Yunanistan, Fransa, Hollan-da,  Belçika…  Sonra  Amerika,  Avustralya…  Gittiğim  her  yerde  tuvaletlere  de  baktım hep. Taharet musluğu yoktu; ama hepsi çok temizdi. Dubai hava alanında, yere yakın bir musluk  ve  ucuna  takılmış  uzun  bir  hortum  vardı  yalnız.  Kullanmaya  kalktığınızda üstünüzün başınızın sırılsıklam olması işten değildi. İnsanlar bunu niye akıl etmezler diye çok düşünmüşümdür. Alt tarafı bir boru çekeceksi-niz tuvalete, elinizi kirletmeden altınızı suyla bir güzel temizleme şansına ulaşacaksınız. Gerçi bizdeki kimi beş yıldızlı otellerde, yabancılar alışık oldukları düzenin dışında bir şeyle karşılaşmasınlar diye, tuvaletlerin taharet musluksuz yapıldığını gazetelerden oku-muştum. Buna da güldüm doğrusu. Taharet musluğunun, yabancıların bayılacakları bir icat  olacağını  düşündüğümden.  Öyle  değilmiş  meğer.  Altlarını  ıslatan  bir  su,  çok şaşırtırmış yabancıları.  Bunu da Amerikalı konuklarım olduğunda öğrendim. “Nasıl ama! Bayıldılar bizim taha-ret musluklarına, değil mi?” diye alkışlanma umuduyla sorduğum sorulara olumsuz yanıt-lar alınca. Doğru mudur bilmem; batı ülkelerinde kilise yasakladığı için takılmazmış bu musluklar. Hıristiyanlık, erotik bölgelere cinsel haz verebilir diye yıllar önce sakıncalı bul-muş ve yasaklamış bunları. 27


Taharet  musluğunun  bir  Türk  icadı  olup  olmadığını  bilmiyorum;  ama  eğer  biz  icat  et-mişsek bunun gerçekten övünülecek bir icat olduğunu düşünüyorum. Ancak bu musluğun bizim tuvaletleri kurtarmaya yetmeyeceği de bir gerçek. Kim ne derse desin bir ülkenin uy-garlık düzeyini en iyi gösteren şey, ne çok şeritli yollardır ne dev gökdelenler ne de çarşının pazarın lüksü, gösterişi.  Sadece tuvaletler… Bence uygarlığın biricik ölçütü tuvaletlerin temiz pak olmasıdır.“ ** Feyza Hepçilingirler 28


4 Kokar Mokar Tok Tutar Çağımızda, her sorumuza cevap veren internette en çok aranan konular arasın-da  „Tuvalet  kokusu  nasıl  önlenir?“  sorusunun  sandığınızdan  çok  önlerde  ol-duğunu biliyormuydunuz? Bazı  evler  komple  kokudan  etkilenir  bazen  de  sadece  tuvalet  içinde  koku  o-luşur. Eğer binanın en alt katında iseniz koku rögardan gelen bir koku olabilir. Sizi rahatsız eden bu durum çoğu zaman çözülemediğinden kokuyu çekmeye devam edersiniz. Bazen de sizin için var olan, müthiş hizmetleri sunan şirketlere baş vurarak, bu koku sorununuzu çözersiniz. Onların reklamlarında söylediklerine inanırsınız. Tuvalet Kokusu Nasıl Giderilir ? Yukarıda bahsedilen kokuya sebep çözüm sağlayan ve mutlak kokunun yerini tespit edebilen firmamız hangi cihazlar ile bu tür sorunları çözmektedir ? ve şunu da belirtelim koku tespiti işlemlerinde hiç bir yeri kırmıyoruz. Kötü kokuya sebep bir tıkanıklık ise, Tıkanıklık açma robot cihazları kullanılır, İstanbul’da sadece bir kaç firma da bulunan bu cihazlar, sorunun garantili çö-zümünü sağlar. Pimaş borularda bir çatlak var ise, Yurt dışından ithal oldukça pahalı kameralı görüntüleme cihazlarımız ile pimaş borulara gönderilen kameramız, pimaşlar- 29


da ne tür bir sorun var hepsini dahili hafızasına kaydederek sorunu tespit e-der. Koku tespit cihazımız ise, kokuyu görünür bir hale getirerek, bir duman şeklin-de görünmesi sağlar ve fiziksel olarak gözle görünen kokular artık gün yüzün-dedir, koku tuvalet kenarların da mı geliyor, lavabonun altında mı, pimaş da ki bir  açıklıktan  mı,  binayı  inşa  edenlerin  ustalık  hatalarından  mı  yoksa  hava-landırma boşluğundan mı ? nokta atışı tespit edilir ve soruna garantili müda-hale gerçekleştirilir. Kaliteli Bir Yaşam İçin Koku Tespiti Yaptırın Sağlık konusunda söylenecek çok şey var, ancak zaten sizler kötü kokuların ne denli insan vucüduna zararlı olduğunu bilmektesiniz, kaliteli bir yaşam istey-enlerin tercihi olan Protesisat, banyoda, mutfakta, tuvalette, hatta havalandır-ma boşluklarından gelebilecek tüm kötü kokuları tespit eder ve sizi kötü koku-suz, kaliteli bir yaşam sürecek ortama hazırlar. Kokuyu görünür kılan teknikler. Kaliteli bir yaşam için yaptırmanız öngörülen koku tespitleri. Bütün  bunlar,  eğitilmiş  ve  gelişmiş  toplumlarda  genelde  baş  vurulan  çözüm yolları, bu doğru. Bizim keneflerimizden ve bizim insanlarımızdan bahsettiği-miz zaman sorunlar ve çözüm yolları değişiyor. Bizim dünyamız, binalarımız, keneflerimiz ve kafamız farklı. Şehirlerimizin altyapısı, kanalizasyonlarımız,mimarimiz farklı. Kenefe döktüğümüz çöpler farklı. Sıçmamız farklı. Götümüzü temizlememiz farklı. 30


Boka bakış açımız farklı. Bizim toplum olarak kabullendiğimiz kokular var. A-yak kokusu, bayat yumurta kokusu, sarımsak kokusu, et kokusu, balık kokusu gibi,  her  soluklanışımızda  „Oh  be  ya  da  of  be!“  dediğimiz  milli  kokularımız bunlar,  biz  bu  kokulardan,  kokuşmuşluktan  vazgeçmeyiz.  Hele  hele  rakı  ko-kusundan ve ter kokusundan asla ve asla vazgeçmeyiz. Boktan ülkelerin inşa edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Asla  bokumuzdan  ve  kokumuzdan  vazgeçmeyiz.  Tek  bildiğimiz  sözü  tekrar-layıp duduruz. Kokar mokar ama tok tutar, vazgeçilmez sözümüzdür. Her toplumun kendine özgü   bir kokusu olduğuna inanıyorum. Değişik ülkelere seyahat etmiş insan-larla  bu  konu  üzerine  çok  konuştuğum  olmuştur  ve  çoğu  insan  da  benimle aynı fikirdedir. Hindistan bir başka kokar, Çin bir başka kokar. Bu iki ülke a-rasındaki koku farkını çok açık algılarsınız. Kokuların farklılığını algılamanızın zorlaştığı ülkeler Avrupa ülkeleridir, çoğunda ortak hijyenik bir standart vardır ve pazarlarda satılan sebze ve meyvalardan başka açıkta satılan fazla şeyler gö-remezsiniz. Asya, Afrika, Uzakdoğu ve Arap ülkelerinin hangi şehrine giderse-niz gidin, oraya özgü bir koku sizi kucaklar. Ünlü yazar Patrick Süskind`in Koku isimli romanı bize kokuyu en belirgin bir biçimde anlatır, kitapta tasvir edilen mekanları adeta soluklanır ve koklarsınız. Kentler kokar, caddeler, avlular kokar, yorganlar, yastıklar kokar, kan kokar, pey-nir ve ekşi süt kokar. On sekizinci yüzyılın pasaklı insanlarını tanımlarken, kir-li  elbiselerin,  çürük  dişlerin  kokuları  adeta  burnunuza  yapışır.  Yirmibirinci yüzyılın başlangıcında olan dünyamızda aynı olan ve değişmeyen kokularımız var. Beğenmediğimiz, iğrendiğimiz, tiksindiğimiz kokular var, bok kokusu en berbat olanı ve en sakındığımız koku olmalı bu dünyada. Ben bokun kokusunu çok iyi bilirim, onbeş yaşında berbat bir tuvalette günde on saatten fazla vakit geçirmenin kaçınılmaz getirisidir bu. 31


Bokun kokusu, boktan önce sizinle buluşur ve beyninizdeki koku muhafa- za ve değerlendirme merkezinizde ilk fırtınayı koparır, oysa nesnel bakıldığın-da  o  kadar  korkutucu  ve  iğrenç  bir  görünüşe  sahip  değildir  aslında,  bu görünüşe  sahip  bir  çok  nesne  vardır  ve  nedense  biz  onları  bu  kadar  dışla-mayız. Çağımızda imdadımıza yetişen bir hijyen ve parfüm endüstirisi var ama artık kokmuyoruz demek yanlış olur. Bal gibi kokuyoruz demeyi çok isterdim ama maalesef bal gibi kokmuyoruz.Sıçtığımız sürece koklayacağız! Bir Alman atasözü,  „İnsan  yediğidir...“  der.  Doğruluğunun  altına  imzamı  atabilirim. Sucuk yemiş bir insanın bokunun kokusu, üzüm yemiş bir insanın bokundan çok farklı kokar. Buna inanmayanlar, kendi boklarını her yemek sonrası kokla-yarak  karşılaştırmasını  yapabilirler.  Tuvaletlerde  geçirdiğim  zaman  bana  ko-kuyu kategorize edebilecek, parçalara ve atomlara bölebilecek beceriyi öğretti. Bokla konuşmayı öğrendim desem yalan olmaz. „Bokla konuşulur mu hiç...“ Dediğinizi duyuyorum. Bokla konuşmakla  ilgili kısa bir hikaye, Aziz Nesin´in Büyük Grev isimli romanında da geçer. Bokla konuşan kişi yüce ve ulu bir in-sandır. Boku adama konuşur ve „Sen beni şimdi, bu durumda görüyorsun ama ben  senin  içine  girmeden  önce  böyle  değildim.  Bağlarda  buğulu  üzümdüm. Sen beni yedin, bak bu hale getirdin...“ der. Boku bok yapan bizden başkası değil. İnsan yediğidir... İnsan yediği şeyleri sadece sıçmaz, terleyerekte dışarı atar ve bu yüzden  ter  kokumuz  da  bize  özgü  bir  kokudur.  Gözyaşlarımızın  da  kokusunun  ve tadının da başka başka olduğuna inanabilirsiniz. Biz bir başka kokuyor ve ko-kuşuyoruz.  Pazar  günleri  geziyordum,  bu  şehrin  tuvaletlerini  geziyordum. Bütün hafta erken kalkmanın getirdiği alışkanlıkla, çalışmadığım bu günde de erkenden  kalkıyordum.  Yollarda  başıboş  köpekler  gibi  taksiler  dolanıyordu. Çöp  kamyonlarının  titrek  horultuları  arabesk  şarkıların  acılı  iniltilerine karışıyordu. Uykusuz sarhoşlar kapağı ya bir işkembe salonuna atıyor veya bir kaldırım  kenarına  yığılıyorlardı.  Trafik  lambaları  kendi  ritimlerinde  yanıp  32


sönüyordular. Martılar da sarhoşlar gibi yön duygusunu yitirmiş gruplar halin-de  oradan  oraya,  kubbeden    kubbeye  uçuşuyorlardı.  Neonlu  lambalarla  do-natılmış meyhane sokaklarının kuytusundaki mazgallardan dağılan lağımların iğrenç kokusu, yol kenarında kokoreç ve midye satan adamların ter kokusuna karışıyordu.  Bütün  bu  kokular  şehri  sararken,  daha  uyanmamış  ve  sıçmamış milyonlarca  insan  vardı.  Gün  böyle  boktan  başlamakla  kalmazdı,  boktan  de-vam ederdi. Taksi durağındaki adamların muhabbetlerine kulak misafiri olur-dum ve her şeyin bokla devam ettiğine hiç şaşırmazdım. „ Nasıl gidiyor işler?“„ Boktan be abi! Müşteri yok, araba sahibi bok gibi  para istiyor, benzin fiyatları zaten malum.“ „Akşam oynanan maç ne oldu?“ „ Sorma ya, bu sefer tam sıçtık. Bu adamlardan bir bok olmaz abi, milyon- ları kazanıyorlar ama futbol sıfır. Kendilerini bir bok sanıyorlar.“ „ Sanmazlarmı abi, bu zamanda herkes kendini bir bok sanıyor.“ Bu boklu muhabbetin sonu gelmezdi ve ben yoluma devam ederdim. İşsiz- lerin sabahtan akşama okey taşladığı bir kahveye girerdim. Cam kenarına otu-rup çayımı yudumlardım. Bir sürü bedbaht, umutsuz, yılgın insanın biraraya yığıldığı bu dumanlı mekanda da boktan muhabbetler devam ederdi. „ Akşam diziyi kaçırdım inanmazsın.“ „Abi o dizi kaçırılır mı ya, manyakmısın sen?“ „ Koltukta uyuya kalmışım oğlum.“ „Acayipti abi acayip inan. Hani bir karı var, ismi aklıma gelmiyor şimdi,  hani şu mafya babasının dostu olan ya.“ „Melahat.“ 33


„ Hahh evet Melahat...“ Başka masadan bir çok bildik, adamın lafını ağzın- da bırakıyor. „ O karının da nesi güzel anlamış değilim. Yüzü götüme benziyor.“ „ Öyle deme abi, kadındaki fizik yeter.“ „ Lan oğlum onun her yeri fizik değil matematik olsa ne yazar. Boktan bir  karı. Sen onu süssüz görsen böyle konuşmazsın.“ Diziyi kaçıran lafa karışıyor. „Abi, yine de bizim karılardan güzel ama değil mi?“ Çakallar gibi hep bir  ağızdan gülüşüyorlar.  Kalkıp çıkıyorum. Şehir öğlen kokuyor. Simit kokularının yerini çorba ko- kuları,  ızgara  kokuları  alıyor.  Terli  adam  kokularına,  yavaş  yavaş  caddelere çıkmaya başlayan kadınların parfüm kokuları ve çocukların   yeni yıkanmışlık kokan sabun kokuları karışıyor. Parka giriyorum ve bir ağacın altına oturuyo-rum. Kitabımı okumaya başlıyorum. Biraz ötemde, çimlere battaniye sermiş ve  üzerinde çaylarını yudumlayıp, fırından aldıkları kurabiyeleri kibar kibar ısıra-rak  yemekte  olan  dört  kadının  fısıldaşmalarını  duyuyorum.  Duymak  isteme-sem de, onlar fısıldaşıyor olsalar da duyuyorum. Rüzgár bana doğru esiyor. „ Duyduklarım doğru mu kız?“ „Ahhh! Sorma vallahi ben ne bok yedim.“ „Duydum duydum. Ne haltlar olmuş hepsini duydum.“ „ Ne yapayım abla? Ben onu seviyorum.“ „Kızım  sev,  sevme  diyen  yok  ama  siz  resmen  abartmışsınız.  Yani  bizde  gençtik, kan nasıl kaynar biliriz.“ Kıkırdaşmaların ardından en ihtiyar görünen-leri konuşuyor. 34


„Kızım  bula  bula  o  pisliğimi  buldun,  verecek  başka  adam  mı  kalmadı  dünyada? O adamdan bir bok olmaz. Daha sen ne gördün ki? Bu adam senin gençliğinin güzelliğinin içine sıçınca anlarsın.“  Kitabımı kapatıp kalktım. Yadırgadığım bir şey yoktu. Bu boktan şehirde  yaşamak zorunda olan ve boktan hayatlarını böylesine boktan şeylerle doldur-malarını gerçekten yadırgamıyordum. Bu insanlara verilen bilgiler, kültür, din bilgileri, ahlak bilgilerinin hepsi boktan değil mi? Niçin şaşırayım veya onları yadırgayayım ki. Bokun içinde gül açmasını beklese beklese siyasetçiler bekler. Beyinlerine  sıçtıkları  bu  insanlar  herhalde  uzaya  giden  bir  kadın  astronotu veya ozon tabakasının insana verdiği zararları konuşacak değiller. 35




5 Sıçmak Bir Eğlence  Olmalı Benim keneflerim ile ihtiyaç molası nezih bir molaya dönüşür!  Umumi tuvalet dünyası yepyeni bir ışığa bürünür.  Temizlik  ve  hijyen  standartlarına  getirilen  yeni  boyut,  konforlu  bir  ortamla bütünleşir. Hafif müzik ve detayıyla düşünülmüş ışıklandırma, ziyaretçilerimi-zin  kendilerini  rahat  hissetmelerini  sağlar.  Ziyaretinizi  güzel  bir  deneyime dönüştüren küçük ve büyük ayrıcalıklarımızı keşfedin. Evet benim keneflerimi keşfetmelisiniz.  Sıçmak bir eğlence olmalı.  Hedeflerim  büyük.Hiç  kimse  ailesini  utandırmak  ve  tüm  hayatını  tuvalet  te-mizleyerek geçirmek istemez, bende istemiyorum. İşlerimi epey ilerletmiş ol-mama  rağmen  halimden  memnun  değildim.  Kalifiyeli  eleman  bulmakta  zor-lanıyordum, işini aşkla ve severek yapmıyordu insanlar. Yapmaları gerekenin çok  azını  yapıyorlardı  ve  üstelik  güler  yüzlü  değillerdi.  “Bu  sidik  ve  bok  ko-kusunun  içinde  nasıl  gülelim  abi?“  diye  sorarken  sırıtmasını  çok  iyi  biliyor-lardı ve yevmiyelerini alırken. Allahtan geri kafalı bir insan değildim ve tekno-lojinin hangi boyutlara vardığını biliyordum. Bu eleman sorununu da kısa bir sürede çözeceğimi biliyordum. İstanbul‘un bir numarası olmuştum ve yenilen-me planlarımı çoktan yapmıştım. Japon Desinatöre hazırlattığım,   modern ke-nef hücrelerini şehrin belirli noktalarına koymanın zamanı gelmişti.  37


Çelik kabinlerden oluşan ve kapısında dokunmatik ekranlı ödeme ekranları bu-lunan bu kenefler benim eleman sorunumu tamamen ortadan kaldıracaktı.  Ajandamdaki adresleri yokladım ve geçen hafta tanıştığım, belediyede çalışan çocuğu aradım.  „ Merhaba Arif bey, nasılsınız efendim? „ Ooooo merhabalar efendim, teşekkür ederim. Sizler nasılsınız? Yalaka, sanki halimi bilmek istiyor. Paranın kokusunu alıverdi ve hemen gevşe-di hıyar oğlu hıyar. „  Arifçiğim  benim  seninle  konuşmak  istediğim  bir  iş  var  ama  telefonda  za-manını almak istemiyorum canım, akşama bir yemek yesek müsaitsen. „ Ne demek efendim, sizin için her zaman müsaitim. Hay hay. „ Sağolasın. Akşam sekizde bizim mekanda buluşalım o zaman. „ Tamamdır, hürmetler efendim. Hürmetlermiş,  laf  kalabalığı.  Sevmesemde,  bu  boktan  adamlara  bulaşmadan bu işler yürümüyor maalesef. Karaktersiz, şerefsiz köpekler bunlar. Kim kemik atarsa onun eteğinin altında ayrılmıyorlar. Bunlara boktan adamlar demek bile yalnış aslında, bokun bile kendine özgü bir karakteri var. Bunlarda bok kadar karakter yok.  Bunlar bok yiyenler.  Eve dönerken birden üzerime bir yorgunluk çöktü. Yıllarca önce olup bitmiş karanlık işlerden bana ne! Ayrıca bu büyük adamların esrarı da kimseyi ilgilen-dirmiyor. Onların ne yaptıklarını düşünmek beni asıl işimden saptırıyordu. Bir an önce kafamı toparlayıp kendi işlerime dalmam gerekiyordu.  Çocuklar büyüyor.  38


Onların  en  güzel  zamanlarını  zaten  kaçırdım,  bir  de  bu  saatten  sonra  de-likanlılık  ve  genç  kızlık  zamanlarını  kaçırmayayım.  Hayırlısıyla  onlara  iyi  bir gelecek bırakacağım, babaları gibi hayatlarını bokla uğraşarak geçirmeyecekler. Evin kapısından içeri girdiğimde bizimkilerin çoktan uyumuş olduklarını gör-düm, zaman su gibi akıyor diye geçti aklımdan. Gökyüzünü göremediğimiz evi-mizi satıp bu villaya taşınalı yıllar olmuştu. Üst kattaki çalışma odamın pence-resinden ışıklı havuza bakarken yine çocuklarımın ne şanslı olduklarını  düşün-düm.  Hergeleler  şimdi  mışıl  mışıl  uyuyorlar.  Yarın  da  bu  havuzun  keyfini çıkarırlar yine. Bardan bir duble The Glenlıvet alarak terasa oturdum. Boktan adamları lüks barlarda ağırlaya ağırlaya alkollü içkiler hakkında bilgi sahibi ol-muştum zaman içinde, kendi barımı kendi zevkime göre donatmıştım. Zorlu anlaşmalarla geçen böyle günlerin geceye varan saatlerinde bu gün olduğu gibi kendimi terasa bırakıyor ve bir duble içerek günümü noktalıyordum. Bir vakit sonra terastan kalkıp çalışma odama geçtim. Çalışma odamdaki kitaplıkların rafları  boktan  değil  ama  bok  üzerine  yazılmış  kitaplarla  doluydu.  İnsan dışkısının etrafında dönen konuları alan yazıları. belgeleri barındıran ne tür ki-tap varsa kitaplığımdaydı.Kitapların yanısıra dosyalar diziliydi. Bu dosyalarda, gazetelerden kestiğim bok ile ilgili haberler, hijyenik eşya broşürleri, tuvalet modelleri resimleri gibi yine envai çeşit bir sürü şey vardı.  İnternetten çıktısını aldığım binlerce sayfa yazı ve resimleri de yine bu dosya-larda  toplamıştım.  Yine  internete  girdim  ve  her  zamanki  gibi  bok  üzerine yazılmış  yazılar  arıyordum.  Bu  konuda  daha  keşfedip  okumadığım  binlerce yazının  olduğunu  biliyordum.  Uçak  tuvaletlerini,  tren  tuvaletlerini  ilginç  bu-luyordum. Biz insanlar nerede olursak olalım sıçma gereği duyuyorduk ve bu yüzden de gerekli çözümlerimizi buluyor ve sürekli geliştiriyorduk.  Hayatımızda  bokun  yer  almadığı  bir  yerin  kalmadığını  tekrar  tekrar görüyordum.  Bakın  sizlerle  örneklerini  paylaşayım.  Bokun  entelektüel  bir sözcük olduğunu doğrusu bende bilmiyordum. 39


“Ünlü Tarihçi İlber Ortaylı’nın "Kendine göre yeni Türkiye kuruyorlar. B.k  kurarsınız. Güldürmesinler adamı" sözlerine ünlü yazar Özdemir İnce’den destek geldi. Özdemir İnce, “B.k’ sözcüğü şanlı bir sözcüktür. Hem argo hemi de entelektüel bir  sözcüktür” dedi. Kişisel internet sitesinde “B.k, B.k olduğunu bilmez” başlıklı yazı kaleme alan Özde- mir İnce, “İlber’i üniversite öğrenciliğinden bu yana tanırım. Özellikle de Sina Akşin’e a-sistan durduğu zamanlardan beri. Dost dergisine Suriye tiyatrosu üzerine yazılar ya-zardı” dedi. ‘KAFA S.KMEK’ DİYE ÇEVİRMEYİ SEVERİM’ İlber Ortaylı’nın Yeni Şafak muhabirine yayınladıkları belgelere ilişkin söylediği ve  gündeme olan "Kendine göre yeni Türkiye kuruyorlar. B.k kurarsınız. Güldürmesinler a-damı" sözlerine destek çıkan İnce şöyle yazdı: “Önce, ‘B.k’ sözcüğü şanlı bir sözcüktür. Fransızlar ‘B.k’ (merde) sözcüğünü çok se- verler ve sık sık kullanırlar. Kullanmayanı da yoktur. ‘Merde’ isminden ‘Emmerder’ fiilini türetmişlerdir ki ‘kızdırmak, can sıkmak, bunaltmak’ gibi anlama gelir ama ben Türkçeye ‘Kafa s.kmek’ diye çevirmeyi severim. Hem argo hemi de entelektüel bir sözcüktür Fransız-cada; filozoflar da kullanır, bakanlar da, hem çirkin hemi de güzel kadınlar… Sınıfı olma-yan bir sözcüktür.” ‘B.K!’ SON DERECE ENTELEKTÜEL BİR SÖZCÜK’ “Böyle fikir tartışması yapılmaz!” diyenlere sert çıkan İnce, “İlber, yeni bir cumhu- riyet  kurmak  isteyen  budala  tayfasına  ‘B.k  kurarsınız’  demiş.  Demiştir!  Ve  iyi  de  et-miştir! ‘B.k!’ son derece düzeyli ve entelektüel bir sözcüktür” ifadelerini kullandı.  Bu okuduklarımın beni şaşırtmadığını söyleyemem. Kendimi bu işle uğraşan birisi  olarak bir hayli entelektüel hissettim. Ya da bir felsefe profesörünün bokla uğraşacağını hiç  düşünürmüydünüz,  düşünmekle  kalmayıp  bok  üzerine  bir  kitap  yazması  bir  de  ki-tabının bestseller olması aklınızdan geçermiydi? 40


İngilizce ‘bullshit’ Türkçe’ye manda pisliği olarak çevirebileceğimiz bir kelime ama  aynı zamanda palavra, boş laf, saçmalık gibi yan anlamları olan, çok sık kullanılan argo bir sözcük. Bцyle bir kelimenin ABD’nin en saygın üniversitelerinde ders vermiş bir felsefe profe- sörünün ilgi alanına gireceği, onu meşhur edeceği kimin aklına gelirdi? Prof. Harry G. Frankfurt’un ‘On Bullshit’ adlı 67 sayfalık denemesi, Princeton üniversitesi Yayınları ta-rafından ayrı bir kitapçık olarak basıldığı andan beri ABD’de bir bestseller oldu. Satışı 175 bini geçti, şubat ayında İngiltere’de de vitrinlere çıktı ve peynir ekmek gibi satılmaya başladı.   Harry G. Frankfurt şu anda 75 yaşında. Kendisi, Yale ve Princeton gibi ABD’nin en  önemli üniversitelerinde görev almış saygın bir felsefe profesörü. Şu sıralar ülkesinin en ünlü  felsefecisi.  Sebebi,  öncülük  yaptığı  yeni  bir  düşünce  ekolü  değil.  Yirmi  yıl  önce yazdığı 67 sayfalık bir deneme.  Harry G. Frankfurt’tan, 1985’te Yale Üniversitesi’ndeki Whitney Humanity Merk- ezi’nde bir konuşma yapması isteniyor. O da ‘On Bullshit’ başlığını verdiği konuşmayı yapıyor. Katılanlar konuşmayı beğeniyor. Hatta bir fizikçinin kendisini kutlayarak ‘Çok iyi bir konuşmaydı, Yale Üniversitesi gerçekten de şu sıralar dünyanın bullshit (palavra) merkezi’ diye espri yaptığını hatırlıyor Frankfurt. Bir yıl sonra deneme Raritan adında çok az satan bir dergide yayınlanıyor. Bir süre  daha  geziyor,  Cambridge  Üniversitesi  Yayınları,  Prof.  Frankfurt’un  denemelerinden  bir seçki oluştururken bu yazıyı da basıyor. Bu yayın da çok az insana ulaşıyor ama akade-mik çevrelerde küçüçk bir başarı olarak kabul ediliyor. Frankfurt ‘Birçok insandan mek-tup, e-mail aldım. Ömrüm boyunca yazdığım tüm makaleler ve denemeler arasında en çok  41


bu  ses  getirmişti’  diyor.  Hatta  İngiltere’de  birisi  denemeden  esinlenerek  bir  şarkı  bile yazıyor.  Ama Frankfurt’un şöhreti, esas Princeton Üniversitesi Yayınları’nın editörü Ian Mal- colm’un, Frankfurt’un yazılarıyla ilgili bir kitap hazırlamaya karar vermesiyle bugünkü düzeyine ulaşıyor. Çünkü Malcolm, denemeyi görünce 67 sayfalık ayrı bir kitapçık halin-de basmaya karar veriyor. İşte bu kitap, Amerika’da bir felsefe risalesinin ulaşabileceği en büyük başarıya ulaşıyor. 10 baskı yaparak 175 bin satıyor. Geçen şubatta İngiltere’de de kitapçı vitrinlerine çıkıyor ve bugün bile günde 50 tane satıyor. ‘Bullshit’ İngilizce’de çok sık kullanılan argo bir kelime. Türkçe’ye bu kelimeyi man- da pisliği olarak çevirebiliriz ama bu sadece ilk anlamı olur. Çünkü ‘bullshit’ İngilizce’de palavra, uydurma, saçmalık gibi anlamlarda kullanılıyor. Frankfurt, denemesinin başın-da kelimenin ilk anlamından yola çıkarak anlatıyor ‘bullshit’in ne olduğunu: ‘Dışkı, önceden tasarlanmış bir şey değildir. Öylesine üretilir, atılır veya düşer. Az- çok tutarlı bir şekli olabilir, olmayabilir. Ama üzerinde çalışılmış bir nesne değildir.’ İşte Frankfurt, kelimenin bu ilk anlamından yola çıkarak, ikinci anlamıyla ilgili tez- lerini ileri sürüyor: ‘Bullshit’, palavra anlamına gelir ama öyle planlanmış, sofistike, bi-linçli bir yalan değildir. Çok daha aşağı bir şeydir: Saçmalıktır, aptallıktır, cehalettir. Bir insandan hakim olmadığı, kısıtlı bilgiye sahip olduğu bir konu hakkında konuşulması is-tendiğinde, onun ‘bullshit’ üretme ihtimali de artar. Kamusal hayatta buna çok sık rast-lanır. Demokraside insanların her konu hakkında ya da en azından ülke yönetimiyle ilgili her konu hakkında bir fikir sahibi olmasının bir yurttaşlık sorumluluğu olduğu düşüncesi, bunda önemli bir rol oynar. 42


Deneme, gerçeğin algılanması, iletişim patlamasının yol açtığı sorunlar ve bilgi kirli- liği gibi konularda felsefi yorumlarla sürüyor. Böyle bir denemenin neden 20 yıl önce değil de bugün ilgi uyandırdığı sorusunun cevabı, belki bilgi kirliliğinin, atılan palavraların, boş lafların günümüzde dayanılmaz derecede artması. Frankfurt, kendisiyle yapılan bir röportajda,  günümüzde  medyanın  büyük  bir  ‘bullshit’  üreticisi  olmakla  birlikte,  politi-kacıların  hala  bu  konuda  birinciliği  ellerinde  tuttuğunu  söylüyor:  ‘Her  siyasi  figur,  24 saatlik bir bullshit üreticisidir...’ Amerika’nın  mizahla  ciddi  analizleri  birleştiren  online  dergisi  Slate’de  çıkan  bir  yazıda, Frankfurt’un denemesine dayanılarak George Bush’un Richard Nixon gibi bilinçli yalan söylemediğini, bullshit ürettiğini yazan Timothy Noah, Laura Penny adlı bir başka yazarın da ‘The Truth About Bullshit’ (Bullshit Hakkındaki Gerçek) adıyla bir kitap yaz-makta olduğunu haber veriyor. Yani Frankfurt’un denemesi, düşünce dünyasında yeni bir ekolün de başlangıcı olabilir... Manda pisliği ekolüne hoşgeldiniz. Görüyorsunuz işte durumlar böyle.  Bokumuz şimdiye kadar bu kadar revaçta olmadı.  Çağımız bombok demek doğru olur. Bokun durumu tabii ki her zaman bu  derece entel olamıyor. Tepki olarak boku kullanan vatandaşlarımızın yaptıkları da, bir felsefe profesörünün yazdıkları kadar bilge olmasa da eğlendirici olabi-liyor. Isparta’da evinin bodrumunu üç yıldır lağım suyu bastığını söyleyen bir kişi, ‘tepki’  olarak belediye başkanının üzerine dışkı attı. Yalvaç belediye başkanı MHP’li Halil Hilmi Tütüncü, Pisidia Antiocheia Kültür Sanat ve Turizm Festivali kapsamında ilçe merkezin- 43


deki etkinliklere katılan esnafı ziyarete çıktığı sırada Hasan Hüseyin Alipek’in ‘dışkılı’ saldırısına uğradı. Kase  içinde  getirdiği  insan  dışkısını  belediye  başkanına  fırlatan  Alipek,  gözaltına  alınırken, Tütüncü olay yerinden uzaklaştırıldı. Tütüncü, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Alipek’ten, Alipek de kendisi- ni tartakladığını söylediği zabıta memurlardan şikayetçi oldu. ‘Kendi dışkımı kaseye koydum’ Alipek, böyle bir şeyi yapmasının gerekçesi olarak üç yıldır evinin bodrumunu lağım  suyu basmasını gösterdi. Alipek,  şunları  söyledi:  “Sesimi  duyurabilmek,  isteklerimin  yerine  gelmesini  sağla- mak amacıyla böyle ilkel bir yol seçtim. 17 yıl Avrupa’da kaldım. Orada bu tür protesto-ları çok gördüm. Madem ben bok içinde yaşamaya mecbur ediliyorum, başkan Halil Hilmi Tütüncü de bu şekilde nasıl yaşanıyormuş görsün diye kendi dışkımı bir kaseye koyup, eli-me de eldiven geçirerek, pazar yerinde üzerine attım. Küfür etmedim, hakaret etmedim, fiziki saldırıda bulunmadım. Üstü başı pislendi. Bu sorun çözülmezse çözülünceye kadar aynı şekilde devam edeceğim.” ‘Pislik bizim evden çıkıyor’ Sorunun,  evinin  bulunduğu  Turgut  Özal  Bulvarı  üzerinde  yer  alan  kanalizasyon  rögarının çökmesinden kaynaklandığı iddia eden Alipek, “Bizim semtte çok sayıda hazır yemek fabrikası var, bir de tekstil atölyesi bulunuyor. Birinden iplik parçaları, yemek fab-rikalarından yağ artıkları kanalizasyona atılınca, burada tıkanma meydana geliyor. Pis-lik oradan tepince bizim evden çıkıyor. Yıllardır bu sorun çözülmez mi?” diye konuştu. ‘Protesto hakkımı kullandım’ Başka  kurumlara  şikayette  bulunmadığını  söyleyen  Alipek,  “Bu  belediye- nin  görevidir  ve  yerine  getirmek  zorundadır.  Bizim  de  insanca  yaşama hakkımız var, neden başkalarına şikayet edeyim ki? Beni kimse azmettir- 44


medi, azmettiremez. Kendi sorunumun çözümü için yaptım, yine yaparım. Toplantıda ol-sun, sokakta olsun bu sorun çözülünceye kadar aynısını yapmaya devam ederim. Savcı beye de ‘Protesto hakkımı kullandım‘ diye ifade verdim” dedi. Isparta‘nın gülleri işte böyle bombok olabiliyor.  Ama ne güzel söylüyor.  Madem ben bok içinde yaşamaya mecbur ediliyorum, başkan Halil Hilmi Tütüncü de  bu şekilde nasıl yaşanıyormuş görsün diye kendi dışkımı bir kaseye koyup, elime de eldi-ven geçirerek, pazar yerinde üzerine attım. Ahh başkan ah, adamı bunu yapmaya niye zorluyorsun?  Sıçmak  bir  eğlence  olmalı  derken  bu  gibi  durumları  kastetmemiştim  doğrusu. Bir kere daha işimden ötürü utanmadan ve gururlanarak yatağıma u-zandım. 45


6 HijKom Şirketler  Birlikteliği Hijyen ve Konfor sözcüklerinden ürettiğim HijKon sözcüğü şirketimin adıydı. Holding yerine de Şirketler Birlikteliği demeyi daha uygun görmüştüm. Şirketimin ismini  yıllar  önce  belirlemiştim,  sanayide  tuvaletçilik  yaptığım  zamanlar,  ileriye dönük çok hayaller kurardım. Erken çöken kış akşamlarında, loş ampül ışığına ba-kar  ve  oturduğum  taburede  yana  kaykılmış  bir  vaziyette  geleceğimle  yap  boz  oy-nardım.  Yine  bir  akşam,  büyük  bir  şirketim  olursa  adını  ne  koyarım  diye düşlüyordum ve aklımda konfor ve temizlik sözcükleri dolanıyordu. Burası gibi ol-mamalıydı kenefler. Daha konforlu ve daha temiz olmalıydı. Allah var, canımı dişi-me takıyordum orada sizi memnun etmek için  ama ben bununla yetinmeyeceğimi daha o zamanlar biliyordum. İşimin en temel ilkesi temizlikti ve sonrasında da kon-for geliyordu, sözün kısası, bizim sektörde kaçınılmaz olması gerekli bu iki temel unsuru içinde barındıran HijKom böyle ortaya çıktı. İstanbul`un merkezindeki iş merkezim tamamen camla kaplı muhteşem bir gökdelendi, geceleri şehrin ortasına düşmüş bir kristal parçası gibi parlıyordu. Buzlu camdan olan iki devasa giriş ve çıkış kapılarının üzerlerinde flu mavi bir renkte HijKon yazıyordu. Abartısız ama kaliteli ve gösterişliydi.  Şirketin ismini okuyanlar genelde burayı bir Japon şirketi olarak algılıyorlardı. Bo-kla uğraşan insanların çalıştığı bir yer olacağı insanların hayalinden bile geçmiyor-du. İşyerime vardığımda, giriş kapısının önünde ünlü kargo şirketlerinden iki tanesinin taşıma araçları duruyordu. Asansöre binip katıma çıktım. İçeri girince, gümüş tep-side taşıdığı narin fincanı, „Günaydın“ diyerek masama bıraktı sekreterim.  46


Hoş bir kadındı, yumuşak ve insana hep tatildeymiş hissi veren huzurlu bir ses to-nu vardı. Bunca zamandır yanımda çalışır ve benim en gergin zamanlarımda bile ses tonunun bir kere olsun değiştiğine şahit olmadım. Diana hanım, Norveç´ten ül-kemize tatile gelmis ve burada aşık olup akabinde evlenmiş ve İstanbul´a yerleşmiş, çok güzel türkçe konuşan bir hanımefendi. Kendisini işe almamdaki en belirgin et-ken bu konuştuğu güzel türkçe olmuştu. Türkçenin yanısıra anadili olan Norveç di-line, ingilizceye, fransızcaye ve çinceye tamamen hakimdi, bu dillerin her birini mü-kemmel konuşuyordu. Kendisine „ Norveç Güneşi“ diye hitab ederim bazen. Her seferinde bana, „ Norveç´te güneş çok az efendim,“ der ve karşılıklı gülümseriz bir-birimize.  Diana  hanım,  imzalamam  gereken  evrakları  içeren  dosyayı  masama bırakırken, duvar saatini işaret ederek, „ Bir saat sonra toplantınız başlayacak  efendim,“ dedi. „ Tamam. Herhangi bir katılamama söz konusu mu?“ „ Hayır efendim.“  Kendisine tekrar teşekkür ettim ve önüme bıraktığı dosyaya eğildim.  Toplantı vaktine kadar bu işlerimi bitirmeliydim. İşlerimi her zaman olduğu gi- bi  vaktinden  önce  bitirdim.  Beyaz  uzun  koridorda  tuvaletlere  doğru  yürürken aklımda yüzlerce düşünce cirit oynuyordu. Tuvaletin tavanlarına yerleştirilmiş ho-parlörlerden  duydu-  ğum  hafif   caz  müziği  beni  düşüncelerimden  çekip  çıkardı. Tuvaletlerde müzik çalması sadece benim bulunduğum kata özel bir durum değil. Şirketin bütün tuvaletlerinde aynı standart uygulanıyordu. Oldum olası standartla-ra önem vermişimdir. Şirketteki bütün ofislerin donanımları aynıydı, aynı masalar, aynı dolaplar, aynı dosyalar. En alt kademedeki bir müdürün çalışma ofisi ile en üstteki patron olan ben aynı   çalışma ortamında çalışıyoruz. Tek ayrıcalığımız so-rumluluklarımız ve kazançlarımız.  Bir hizmet veriyorsanız kalitede devamlılık çok önemli. Bu konuda her zaman  titiz davrandım.  Gencecik bir yaşta işletmeciliğe (tuvaletçiliğe) başladığım andan itibaren bu ko- nuda asla taviz vermedim.  47


Her şey, her zaman olması gerektiği yerde olmalıydı. Kullanılan sabunun kalite- sinden  tutun,  fayansları,  klozetleri  temizlediğim  detarjanın  kokusuna,  pisuarlara koyduğum sidik taşlarına kadar her malzemenin kalitesini asla ekonomik sebepler-den  ötürü  düşürmedim.  Standartı  ve  kaliteyi  ben  belirledim.  Başarılı  olmamın nedenlerinden bir tanesi bu standarttan ödün vermememdir. Şirketteki bu tekdüze görünen  donanım  bilinçli  olarak  sorgulanmış  ve  sonrasında  tasarlanmış  bir çalışma ortamıdır.  Bir kalemin iyi yazması için altın kaplamalı olması gerekmediği gibi, bir patro- nun  çalışma  odasında  porselan  bibloların  yer  aldığı  vitrinler  ve  deri  koltuklar  ol-ması gerekmiyor.  Asaleti ve kaliteyi en güzel gösteren şeyler dürüstlük, zeka ve mütevaziliktir.  Nereden  geldim  bu  konulara  tuvalete  giderken?  Ekonomi  dersi  veren  bir  doçent gibi ne anlatıyorum Allah aşkına ben? Ilık suyun altında, kayısı kokulu sa-bun  köpüğü  ile  ellerimi  bir  güzel  yıkadım  ve  havlu  rulosunda  kuruladım.  Ay-naların  içine  yerleştirilmiş  ekranlarda  Hindistan`da  bir  sahilde  kumlara  çömelip sıçma ihtiyacını gideren insanlar görünüyordu. Bu kısa filmi   ve başka daha buna benzer filimleri bilinçli olarak oynatıyordum şirketin tuvaletlerinde. Sahip olduğu-muz bu şartların dünyada yaşayan bütün insanlar için geçerli olmadığının unutul-mamasını  istiyordum.  Dünya  nüfusunun  ne  kadarının  bir  kenefe  bile  sahip  ol-madığını  biliyormusunuz?  Bir  nokta  bir  milyar  insan  keneften  mahrum.  İhtiyaç görmek için tuvalete gitmek çoğu kişi için, doğal, olması gereken bir durum ama dünyada 1,1 milyar civarında kişi tuvalet tesisatları olmadığı için büyük tuvaletleri-ni  dışarıda  yapıyor.  Özellikle  Hindistan'da  nüfusun  neredeyse  yarısı,  590  milyon-dan fazla kişi büyük tuvaletlerini buldukları açık alanlarda yapıyor. Çok sayıda Hin-tli için bu günlük bir gelenek ve umumi tuvaletlere erişimleri olsa bile dışarıyı ter-cih ediyorlar. Oysa tuvalet ihtiyacını dışarıda gidermek, özellikle çocuk sağlığı için ciddi bir sorun.  Dünyada her yıl yüzbinlerce çocuk, insan dışkısıyla geçen hastalıklar nedeniyle  ölüyor.  İşte  ülkede  başlatılan  yeni  bir  program,  bu  alışkanlığı  değiştirmek  ve  nor-mal tuvalet alışkanlıkları kazandırmak için çocuklara para ödemeyi öngörüyor.  48


Dünyada durum bu, burada ılık su ve kayısı kokulu sabun köpüğü. Bu dünyada  insanlar savaşlarda ölen çocukları umursarken, boktan ölen çocukları konuşmuyor. Boku  umursamazlıktan  gelemeyiz,  hem  de  işimiz  boksa  bilhassa  önemsemeliyiz. Şirketimde hizmet vermek için çalışan her kişinin bu gerçekleri unutmaması için bu  tarzda  bilgilendirmeleri  sürekli  gündemde  tutmamın  tek  sebebi  insan.  İnsana hizmet verdiğimizi asla unutmamalıyız. Hindistan´da durum böyle ama bu kadar uzak olmayan ve gelişmiş dediğimiz çoğu ülkelerde de durum bu kadar vahim ol-masada çokta iyi değil. Ülkemizin büyük şehirlerinde tuvalet sorunumuzu çözmüş sayılmayız.  Kanalizasyonlarımızın,  arıtma  tesislerimizin,  hijyen  standartlarımızın daha  çok  eksikleri  mevcut.  İnsanoğlu  bu  kadar  uzun  zamandır  bir  dışkılama  kül-türüne sahip olmasına rağmen bokla derdi bir türlü bitmemiş. Göçebeler için veya küçük  köylerde  yaşayan  insanlar  için  bir  sorun  olmayan  sıçma  eylemi,  insanlar kentlileştikçe ciddi bir dert haline gelmiş. Önceleri bir su kenarında, bir çalı dibin-de işini gören insan evladı, şehre gelince bu kolaylıklardan mahrum kalmış, bu işi özgürce  yapabilmek  bir  lüks  halini  almış.  Daracık  alanlarda    çok  daha  yüksek sayıda insanın yaşaması tıpkı başka işlerde olduğu gibi tuvalet işinde de ileri bir ör-gütlenme, bir şebeke, bir altyapı, hülasa kaynak ve para gerektirmiş. Şaşırtıcı olma-yan  bir  şekilde,  parası  olan  toplumlar  bu  işleri  daha  iyi,  daha  kaliteli  biçimde çözmüşler. Ancak öte yandan hiç bir ulus medeni bir şekilde sıçmayı genetik olarak öğrenmiyor.  Tıpkı  müzik  ya  da  yemek  kültürünün  gelişmesi  gibi  tuvalet  kül-türünün de gelişmesi, ilerlemesi gerekiyor Biz Türkler için de durum aşağı yukarı böyledir.  Halkımızın  önemli  bir  bölümünün  sıçma  konusunda  kafasının  hala  karışık  ol- duğunu söyleyebiliriz. Vehametin boyutları en iyi askerlik hizmeti sırasında gözle-nebilir. Acemi birliklerinin neredeyse tamamında ilk derslerden biri tuvalet terbiye-si dersidir. Askere tuvalet taşına nasıl oturacağı, işi bitince kıçını nasıl yıkayacağı fa-lan anlatılır, deliğe isabet ettirmenin ve sifonu çekmenin ne kadar önemli olduğu vurgulanır. Bazı birliklerde pisuvara ya da lavaboya sıçılmaması gerektiği özellikle anlatılır. Çünkü köyünün bağrından kopup gelmiş erat içinde, modern helayla ilk kez müşerref  olan anlamlı miktarda insan bulunur.  Nasıl  sıçtığın,  nasıl  işediğin  ve  sonrasında  nasıl  temizlendiğin  önemli.  Tuvalet  kültürün senin gelişmişliğini gösterir.  49


Türkiye’deki  şehirlerin  modern  anlamda  su  ve  kanalizasyon  şebekesine  ka- vuşması cumhuriyet dönemiyle olmuştur. Cumhuriyetten önce İstanbul’da bile bir kanalizasyon şebekesinden söz etmek mümkün değildi. Tuvalet atıkları için evlerin bahçelerinde ya da sokaklarda kazılan çukurlar kullanılırdı. Sıçmak şüphesiz insani bir eylemdir. Ancak başka bazı insani eylemler gibi uluorta icra edilmez. Hatta bel-ki de tüm insan eylemleri içinde kesinlikle mahrem kalması gereken tek eylem bu olabilir. Misal akla ilk gelen mahrem iş, sevişmek, evet toplum içinde yapılmaması gereken bir şeydir ama, yapılsa bile geride pek “iz” bırakmaz. Sıçmaksa, geride ko-kusu ve görüntüsü pek nahoş bir kütle, bilinen adıyla diyecek olursak, bir miktar “bok” bırakır. Yani efendim, umuma açık yerde def-i hacet eylemek, sadece burna ve göze değil aynı zamanda hijyene ve toplum sağlığına da tecavüz eden bir eylem-dir. Biz bokunuzun iz bırakmaması için çalışıyoruz. Toplantı konuşmama başladım. Sevgili Meslektaşlarım,  Öncelikle sizleri HijKon adına selamlıyorum. Hoş geldiniz, onur verdiniz; böyl- esine büyük bir katılımla bizi yüreklendirdiniz.  Bu  defaki  HijKon  Toplantısı’nın  özel  konusu  “Bok  ve  Çocuk”tur.  Bu  bakımdan, açılışında, bilgi pazarlamasına ilişkin ufak bir giriş yapmak istiyorum.  Elbette ki bilgi pazarlaması, her şeyden önce “bilgi ürününün” satışına yönelik  özel bir “pazarlama” eylemidir. Dolayısıyla, hedefi ve yaklaşımı, temelde, genel pa-zarlama hedef  ve yaklaşımlarından farklı olmayacaktır.  Bilindiği gibi pazarlama, bir işletmecilik sürecidir ve belli amaçları vardır. Bu a- çıdan pazarlama sürecinin, bir ürünün, yalnızca tüketiciye olan son satışı ile ilgili bilgiler içerdiği düşünülmemelidir. Bu, çok eski bir yaklaşımdır; artık “pazarlama” sözcüğü altında bugün ne kastedilmek istendiğini yansıtmamaktadır.  Durumu  kısaca  şöyle  anlatabiliriz.  Yaklaşık  70  yıl  öncesinde  ürün,  “bu  ürün,  nasıl arz edilebilir ki satılabilsin” düşüncesiyle satılırdı. Daha önceleri ise, “bir mal yapmış olduk; şimdi bunu nasıl satabiliriz” düşüncesi hâkimdi. 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren anlayış, yavaş yavaş şu biçime dönüştü: “Tüketici, şu şu özellikl-eri olan bir mala veya hizmet paketine gereksinim duyuyor.  50


O nitelikleri olan ürünü oluşturursak, onu nasıl satabileceğimiz konusunda da  fazla tereddüdümüz olmaksızın bir pazarlama eyleminde bulunabiliriz.”  Pazarlama eylemi, işte bu biçimde ortaya konulabilecek işlevini yerine getirebil- mek için, planlama aşamaları içermek zorundadır. Çünkü pazarlama düşünceleri sadece ürünün tanımlanmasına yönelmez. Fiyatlamanın ve ayrıca satış promosyo-nu ile dağıtım planlarının yapılmasını da gereksindirir. Bireylerin veya firmaların, organizasyonların  gereksinimleri  gün  geçtikçe  karmaşıklaşmaktadır.  Dolayısıyla, pazarlama işlevini bütün unsurları ile yerine getirmeye çalışırken verimli olabilmek de gittikçe zorlaşmaktadır.  Eskiden pazarlama yaklaşımı, daha çok, tek tek ürünlerin satılabilir hâle getiril- meleri üzerinde yoğunlaşıyordu. Günümüze doğru zaman ilerledikçe ürün paketle-rinin satılabilirliği üzerinde durmak, öncelik kazandı. Ürün paketlerini “paket” ola-rak  yararlanmaya  sunmak  da,  daha  çok  hizmet  pazarlamasının  geliştirilmesini gereksindiriyordu.  Bu  durumda  müşteri  ile  ilişki,  yeni  boyutlar  kazandı.  Müşte-rinin ayağına giderek, yanında olarak onun gereksinimlerini izlemek önemli oldu. Ürünle  ilgili  olarak  verilen  garantiler,  ürün  kullanım  danışmanlıkları  arttı,  çeşitl-endi. Gelecekteki olası gereksinimleri müşteriye önceden haber verme ve onunla bunları tartışıp olanakları gösterme gibi hizmetler de ortaya çıktı. Pazarlama kav-ramı, zamana yayılan sürekli müşteri ilişkisini de içeren şekilde genişledi. Böylece, “ilişki pazarlaması” adı verilen yeni bir müşteri ilişkisi biçimi de doğmuş oldu.  Burada  hemen  olgunun  etik  yönünü  de  vurgulayalım.  Bir  “pazarlama  etiği”  vardır. Ama satıcı, müşteri ile bu derecede yakın olursa, pazarlamacının dikkat et-mesi gereken etik kurallar, elbette ki karmaşıklaşır. Bu durum, özellikle kısa döne-mde daha fazla belirginleşir. Çünkü pazarlamacının müşteri ile ilişkileri çok boyut-lu bir hâle gelmiştir ve böylelikle onun müşteriye yönelik sorumlulukları da elbette artış  gösterecektir.  Aksi  taktirde,  müşteriyi  kısa  dönemde  yanlış  yönlendirme  o-lasılığı yüksek olacaktır.  Evet,  şimdiye  kadar  söylediklerimi  her  biriniz  bir  yerde  bir  şekilde  duydunuz  veya  okudunuz,  ne  de  olsa  çeşitli  üniversiteler  bitirmiş  yönetici  kimlikli  şahıs-larsınız. Benim üzerinde durmak istediğim ve sizlerle paylaşmak istediğim asıl ko-num  „Etik“  sözcüğünün  içeriği.  Eskiden,  pazarlamacının  en  önemli  işlevi  “satış  51


yapmak”  olarak  kabul  edilirdi.  Satışa  yönelik  olmayan  ürün  danışmanlıkları,  bir tür  “halkla  ilişkiler”  konusuydu.  Aslında  söz  konusu  yaklaşımın  hangi  adla  ad-landırıldığı çok önemli de değildir. Ancak, gereksinimlerin karmaşıklaşması ve ürü-nlerin  özelleşmesi,  “halkla  ilişkiler”  uzmanından  farklı  donanımlar  talep  etmeye başladı. Sonunda, pazarlamacı ile halkla ilişkiler uzmanının aynı kişi olması eğilimi büyüdü.  Tabii  pazarlamacının  etik  sorumluluklarını  bir  kez  daha  artırarak;  ama bu,  bahsettiğim  olgunun  bir  başka  boyutu...  Böylece  pazarlamacı,  çağımızda,  in-sanı  unutarak  ve  hizmeti  hedeflemeksizin,  giderek  sadece  paraya  yönelik  işler  de yapmaya  başladı!  Sizlere  soruyorum,  kazanım  dediğimiz  şeyin  getirisi  sadece  pa-ramıdır? Etik, insan ve hizmet sözcüklerinin arkasında duruyormuyuz? Örneğin, modern pazarlamacı başka biçimde ürünü de tanıtıyor artık. Müşterinin yanında, ona en ucuza mal olacak alımların nasıl yapılabileceği üzerine kendi ürün bilgisini kullanarak kafa yoruyor. Diğer bir örnekle ifade edersek, bu arada kalite peşinde de koşuyor. Müşteriye, eşdeğer ürünler arasında en kaliteliyi seçerken, kendi bilgisi-ne  göre  samimi  bir  danışmanlık  yardımı  vermeye  çalışıyor.  Bu  bağlamda  müş-teriye, gerçek piyasadaki olanak ve fırsatları doğru ve kapsamlı bir şekilde anlatır oldu.  Tabii böylece müşteriden sessizce sadakat talep ederken, onun karşısında kendi  sadakatini de sunar hâle geldi. Artık pazarlamacı, adeta “müşteri temsilcisi” gibi çalışmakta... Sattığı ürünlere ilişkin olarak önceden öngörülmemiş hizmet olanak-larını verdirmeye bile gayret ediyor. Ürün ve hizmetlerin hata ve noksanlarını müş-teriden önce görmeye ve onları tamamlatmaya özel çaba sarf  ediyor. Müşterinin ihtiyaçlarına  uygun  yeni  ürün  tasarımlarına  bile  katılmaya  yöneliyor.  Bunu  yap-mak, insanın yanında insanca yer almak mı oluyor? Bunu yapmak, etik mi oluyor? Bunu yapmak hizmet vermek mi oluyor? Yaptığımız işi ne kadar süslersek süsleye-lim, eylemimizi ne kadar entel, teknik ve bilgi dolu sözlerle donatırsak donatalım, işimiz sadece satmak olmuyor mu? Elbette ki, satacacağız ama insanı unutmadan ve  satışlarımızın  tek  getirisinin  para  olması  gerekmediğinin  bilinciyle  satacağız. İnsanlığımızı kaybetmeden ve insanlara kazandırarak ve insanları kazanarak sata-cağız. Şimdi, böylesine bir insani pazarlama anlayışını göz önünde tutarak çocukla-ra dönelim!  Çocuklarımızın hakkını yeme hakkına sahipmiyiz?  52


Elbette değiliz. Bu dünyanın bütün kaynaklarında onlarında pay hakkı var ve  tabii  onlardan  gelecek  nesillerin  hakkı  var.  Bizlerin,  onlara  ait  olan  bu  pay haklarını harcamaya hakkımız yok. Sizlerden ricam bunu unutmamanız, çocukları olmayan  arkadaşlar  içinde  geçerli  bu  ricam.  Hepimiz  için,  bütün  insanlık  için geçerli aslında.  Dünyadaki en büyük “bilgi açlığı” eylemi, belli-belirsiz amaçlarla “ağlarda do- laşma veya ağ kullanma” olarak görünmektedir. “Web” katılımındaki artış, dünya insanının web kullanma düşkünlüğünün fevkalade büyük bir hızla artığını kanıtla-maktadır. Eğilim böyle giderse, en büyük bilgi pazarlaması hareketleri de bu alan-da gerçekleşeceğe benzemektedir. Çocukların bizim gelecekteki müşterilerimiz ola-bileceklerini unutmayın. Hemen hemen her alanda etkisini gösteren, her alanı etki-leyen İnternet geleneksel pazarlama anlayışını değişmesinde başrolü oynadı. İnte-rnet  ve  gelişen  bilgi  teknolojileri,  kullanıcıların  bilgiye  erişimini  kolaylaştırmakla kalmadı; onların bu açıdan daha bilinçli ve seçici olmalarını da sağladı. Bugünün çocukları bu “Web” kullanımını içselleştirmiş bir durumdalar, bunu göz ardı etmey-in. Görünen o ki, önümüzdeki beş yıl içerisinde İnternet’i ve bilişim araçlarını iş-imizle iyice bütünleştireceğiz. E-pazarlama ve m-pazarlama (mobil pazarlama) da bu yönde daha fazla gelişecek. Mobil pazarlama, ayrıca çok daha fazla kişiye ulaşı-lmasını sağlayacak.  Ben burada durmak istiyorum! Böylece, bu söylediklerim üze-rinde kısa bir düşünme payı bırakıyorum sizlere. Bu toplantının bitiminde, sizlere bu toplantının temel konusu olan “Etik Ve Çocuk”  hakkında daha geniş bilgiler ve gözlemler içeren   dosyalar sunulacak, dingin ve daha duru olduğunuz bir vakitte okuduğunuzda daha iyi analize edeceksiniz. Ben, bize bu güzel toplantıyı organize eden Diana hanıma ve siz çalışma arka- daşlarıma  en  derin  şükranlarımı  sunuyor,  sizleri  saygıyla  selamlıyor  ve  bu-toplantının hem bizler için hem de tüm insanlık için yararlı getirileri olmasını di-liyorum. Konuşmanın ardından diğer şirket yöneticileri sırayla söz aldılar ve kendi işleri  hakkında bilgiler paylaşıp, raporlar sundular. Toplantı sonunda, cevaplamam gere-ken bir kaç soruyu cevaplandırıp toplantı salonundan ayrılıp çalışma odamın yolu-nu tuttum. 53


Çalışma odama henüz girmiştim ve masamın başına henüz oturmuştum. Kapı  açıldı ve Diana hanım içeri girdi. „ Yarım saattir sizi bir beyefendi beklemekte efendim.“ „ Kim bu beyefendi ve ne istiyor Diana hanım?“ „ Adının Arif  olduğunu ve bunun sizin için yeterli olacağını söyledi, ne istedikle- rini bilmiyorum, sadece bu kadar efendim.“ „ İçeri buyur edin lütfen ve sizde gelin lütfen.“ „Başüstüne.“ Diana hanım dışarı çıktı ve kısa bir süre sonra Arif`le beraber geldiler. Diana  hanım şaşkınlıkla bizim ağlamaklı bir sevinçle birbirimize sımsıkı sarılmamıza ve birbirimizi öpmemize bakıyordu. Kadın bunca yıldır yanımda çalışmasına rağmen bir kere olsun böyle bir sahne yaşamamıştı bu çalışma odasında. Bu coşkulu ve se-vinçli karşılama onu çok şaşırtmıştı. Arif´in buraya gelmesi bana da bir süpriz ol-muştu doğrusu.  „ Şaşırmayın Diana hanım, Arif  bey benim can arkadaşım, yoldaşımdır. Bize  iki orta şekerli kahve getirirmisiniz lütfen.“ „ Bu çok güzel bir dostluk efendim, sizin adınıza ve Arif  bey adına çok sevin- dim. Buraya gerçekten güneş doğdu. Hemen kahvelerinizi getiriyorum.“ „ Ne güzel bir süpriz bu Arif, ne iyi yaptın böyle habersiz çıkıp gelerek.“ „ Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi seni ziyaret etmek. Sürekli ertele- dim durdum gereksiz yere. İşleri çoktur, vakti yoktur gibi sudan sebebler yarattım durdum kafamda. Sonra dostluğumuzun bütün işlerden öte olduğunu bildiğimden kalkıp geldim işte.“ „ Çok sevindim. Diana hanımın söylediği gibi, gerçekten burayı güneşle doldur- dun ve yüreğimi ısıttın sevgili dostum. Ben kendime ne kadar zaman ayırsam da bazı şeylere yetişemiyorum. Zaman hep az. Aslında zaman değil az olan, az olan kendime, aileme, dostlarıma yani yaşamaya ayırdığım zaman az. Ben de çok kere seni ziyaret etmeyi düşündüm, düşünmedim değil ama senin sebeplerine benzeme-se de aynı gereksiz sebeplerden erteledim durdum.“ 54


Diana  hanım  kahvelerimizi  getirdi,  kahvelerin  yanında  ufak  tabaklara  konul- muş içi zeytin ezmeli olan çöreklerde ikram etti. Bu çörekleri çok sevdiğimi biliyor-du  ama  bunu  hiç  beklemiyordum.  Sanki  Arif   için  ısmarlama  olmuştu,  o  da bayılırdı  bu  çöreklere.  Arif   bana  bakıp  gülümsedi.  Diana  hanım  bizi  başbaşa bıraktı. Rahatsız edilmek istemediğimi söylememe gerek yoktu. „Yine de senin sebeplerin daha geçerli dostum, benim gibi keyfi yaşamıyorsun  ve  halá  çalışıyorsun.  Sorumlulukların  olduğunu  biliyorum.  Herneyse,  kısmet  bu-gün görüşmekmiş yıllar sonra“ diyor ve arkamdaki dolabın üzerinde duran resmi işaret  ederek  konuşmasına  devam  ediyor.  Dönüp  resme  bakıyorum,  hangi  resmi kastetttiğini  bilmeme  rağmen.  Aldığımız  ilk  tankerin  önünde  çekindiğimiz  siyah beyaz resim. Ne günlerdi diye düşünüyorum. „ Ne günlerdi“ diyor Arif. „ Hayatın bizden yana olduğu günlerdi, her şeye rağmen bizim ve hayallerimi- zin yüzüne güldüğü günlerdi be Arif.“ „ Hakikaten öyle dostum. Nereden nereye? Hani derler ya, insan kendisi yaşa- mamış olsa inanmaz. Rüya gibi.“  Önünde  duran  küçük  tabaktan  bir  çörek  alıyor  ve  gözlerini  yumarak  ısırıyor,  büyük bir hazla ve yavaş yavaş çiğniyor ağzındaki lokmayı. Antalya´da beraber çö-rek  yediğimiz  an  geliyor  gözlerimin  önüne.  Bende  bir  çörek  alıp  aynı  Arif   gibi gözlerimi yumarak ısırıyorum. Çok eski bir zamana gidiyoruz. Arif  hep güler yüzlü bir insandı, hep böyle tatlı tatlı güler ve beni tüm dert ve  tasadan  anında  uzaklaştırırdı.  Dostluğun  tarifsiz  güzelliğini,  sıcaklığını,  huzur  ve güvenini ben bu dostumda gördüm ve öğrendim. „ İyi ki varsın Arif  „ sözleri döküldü dilimden gayriihtiyari. „ Ben buraya ağlamaya gelmedim“ dedi kocaman bir kahkaha atarak. Çalışma odamda uzun ve neşeli bir muhabbetin ardından yemeğe gittik ve eski- leri konuşmaktan usanmadan muhabbetimize devam ettik. Bu görüşme ikimize de iyi gelmişti, lunaparkta dolaşan çocuklar gibi neşeliydik.  55


İlk  tanıştığımız  gün,  ikimizin  de  kafasında  böyle  bir  resim  yoktu.  Hayat  bize  güzel bir senaryo yazmıştı. Teşekkürler hayat. Teşekkürler dostum Arif.  Arif`in  ziyaretinden  sonra,  dostluk  böyle  bir  şey  diye  günlerce  düşündüm.  O  şimdi zeytinliğinde dolanırken ve bağındaki üzümlerin dallarını budarken belki de aynı benim gibi düşünüyordur, dostluğumuzun aynı kıymette olduğundan şüphem yok.   56


7 Baba Mirası Babam  uzun  zamandır  hastaydı  ve  durumu  günden  güne  kötüleşiyordu.  İki  haf-tadır  hastanede  yatıyordu  ve  dört  gün  önce  yoğun  bakıma  alınmıştı.  Her  akşam yaptığım  gibi,  bu  akşamda  kenefi  kapattıktan  sonra  hastaneye  gittim.  Benim  gel-diğimi gören hemşire, bana doktoru görmem gerektiğini söyledi. Doktorun kapısın-dan içeri girdim ve zaten böyle durumlarda dolambaçlı dolambaçlı konuşmayı sev-mem.  „Babam öldü mü? „ diye sordum. Doktor başını eğmeden ve gözlerimin içine baka-rak sorumu cevapladı.  „Evet, başınız sağolsun.“  Eve geç vakit döndüm. Annem ayaktaydı. Her zamanki gibi merak etmiş, dönme-mi beklemişti. Sorularla dolu gözleriyle bana bakıyordu.  „Bir çay içelim mi?“ diye sordum. Bizim evde çaydanlık ocaktan inmezdi. Annem çaylarımızı doldurdu ve tam karşıma oturdu.  „Baban öldü değil mi“ diye sordu.  „Evet anne...“ diyebildim sadece. Bir vakit ikimizde bir yerlere baktık evin içinde, sanki o eşini arıyordu, ben de babamı.   „Ne  yapacağız  anne?“  diye  sorarak  suskunluğumuzu  böldüm.  Nemli  gözlerinde artık bir soru kalmamıştı ve bana  şefkatle bakarak   „Yapabileceğimiz neyse onu yapacağız evladım, Allah kerim.  57


Yarın  ne  olur  inan  bende  bilmiyorum.“  dedi.  Babamın  sağlık  durumunun  ne  ka-dar kötü olduğunu ikimizde biliyorduk ve inanıyorum ki annemde kendini, benim kendimi  içten  içe  babamın  ölümüne  hazırladığım  gibi  hazırlamıştı  ama  buna rağmen  hazırlıksızdık.  Ölümü  beklerken  ölüm  sözünü  ağzımıza  almamıştık.    Ba-bamı  defnettik.  Birkaç  gün  kenefi  bir  oğlana  bıraktım.  Annemle  alışverişe  gittik, havlu, kolonya ve temizlik malzemesi falan aldık. Akşam evde, yarın kenefe götüre-ceklerimi  ayrı  torbalara  yerleştiriyordum,  annem  bana  kolonya  şişesini  uzattı. Uzatırken de ağlamaya başladı, bende ağlamaya başladım.  „Ah  evladım  ah...  Okumanı  çok  isterdim...  Bunu  hiç  haketmedin“  dedi.  Annem belki  haklıydı,  belki  haketmemiştim.  Babam  yaşarken,  sadece  hafta  sonları çalıştığım bu iş şimdi tamamen bana kalmıştı. Ailemizin tek geçim kaynağı olan bu kenefti, okulu bırakmamak gibi bir şansım yoktu ve bunu bende biliyordum. Anne-mi teselli etmek istiyordum.  „ Kısmet buymuş, eninde sonunda bir işte çalışmayacakmıyım, erkenden işe atılır hayatı  öğrenirim  işte...“  dedim.  Bu  konuyu  kapatmak  istiyordum.  Annem  bana baktı, üzgün üzgün baktı, yüzümü okşadı, buruk buruk gülümsedi.  O sabah kenefe, yeni bir yaşama inanma umuduyla gittim. Herkes ve her şey bilin-diği gibiydi. Babamı tanıyan esnaflar sırayla gelip başsağlığı dilediler. İlk gün böyle geçti, ardından diğer günler, ardından haftalar geçti. Kendimi işe vermiştim, kene-fin her kıyı köşesini pırıl pırıl yapmıştım. O ağır sidik ve bok kokusu yoktu, belki de ben alışmıştım ama eskisinden çok temizdi. Büfenin arkasında kitaba dalmış bir şe-kilde  otururken,  babamın  çok  sevdiği  Kaportacı  Seyfettin  abinin  sesiyle doğruldum.  „ Kolay gelsin patron, kenef  değil gül bahçesi gül...“ Biraz utanarak,  „  Sağol  Seyfettin  abi...“  diye  karşılık  verdim.  „  Bak  oğlum...“  dedi  ve  öksürüp boğazını temizleyerek, yanımdaki oturağa çöktü ve konuşmasına başladı. „Biliyor-sun rahmetliyi çok severdim, o da beni severdi toprağı bol olsun. Biz birbirimizi dürüstlüğümüzden ötürü sever ve sayardık, o yüzden sana dürüstçe bir kaç lafım olacak. İstersen kulağının arkasına atarsın ben gittikten sonra veya yaaa! bu Seyfet-tin  abi  de  neler  saçmalıyor  der  geçersin.  Çalışkan  ve  karakterli  bir  çocuksun  ve yanlış yerdesin.  58


Hayat  bizi  bazen  olmak  istemediğimiz  yerlere  bırakabiliyor  ama  orada  kalmak zorunda  değiliz,  bunu  unutma.  Senin  yaşındakiler  buralarda  çıraklık  yapıyor görüyorsun. Sen patronsun. Bana burada senin yaşında bir patron gösterebilirmi-sin? Gösteremezsin. Kitap okumak çok güzel bir şey, ben evde akşamları okurum, her akşam olmasa da. Kitabını evde oku. Buradaki insanlar kitaptan defterden faz-la  anlamazlar  ve  bu  yüzden  seni  garipserler,  onlar  kitap  okuyan  tuvaletçi  görme-mişlerdir, bilmezler ve ürkerler senden. Kitap okuyan adamı yumuşak görürler ve kendilerince sana racon kesmeye kalkarlar. Çalışkanlığına lafım yok ama teknenin küreklerine asılacaksın, beni anlıyormusun?“  Sustu ve gözlerime baktı, benden bir cevap duymak istiyordu. „ Anlıyorum abi...“ dedim. Gülümsedi.  „ Bu nasıl patronluk böyle, bize çay söylemeyecekmisin?“    „ Olur mu abi, söylemem mi...“ deyip yerimden fırladım ve çayları söyledim.  „  Bak  koçum...“  dedi  ve  ayağa  kalkarak  kapıyı  işaret  etti,  beraber  dışarı  çıktık. Çaylarımız geldi. Bir sigara yakıp konuşmasına devam etti. „ Küreklere asılacaksın diyordum.  Buraya  böyle  benim  gibi  dikileceksin,  aslanın  yuvasının  önünde  dur-duğu  gibi  duracaksın.  Görecekler  seni,  patronu  görecekler.  Burasının  sahibi  bu diyecekler.“ Elini öne uzatarak, „ Bak şuraya, bu ormana iyi bak. Sen bir sanayi bölgesi,  çalışan  insanlar,  çırak  çocuklar,  dükkanlar  görüyorsun.  Ben  bir  orman görüyorum, bir cangıl burası. Kurtlar, çakallar, tazılar görüyorum. Sen burada as-lan olmak zorundasın.“ Boşalan bardağını bana uzattı ve ızmariti ayağıyla ezerek, „ Haydi bana müsade, hayırlı işler bol kazançlar...deyip gitti. Bir yay gibi gerilmiş olduğumun farkına vardım. Derin bir nefes aldım. İçeri girmeden önce gözlerimi sanayinin  üzerinde  gezdirdim.  Kurtlara,  çakallara,  tazılara  baktım.  Cangılda akşam ezanı okunuyordu. Seyfettin abinin sözleri kulaklarımda çınlıyordu.  O günden sonra işyerimde kitap okumadım. Seyfettin abinin bana tembihlediği gi-bi, zaman zaman kapını önüne çıkıyordum ve gözümün önüne bir kara çarşaf  gibi serilen  sanayiye  bakıyordum.  Babamın  vefatından  sonra  annem  daha  da  bir  sus-kunlaşmıştı. Geç vakitlerde işten geliyor, annemle bir iki laflayıp yemeğimi yiyiyor ve odama çekiliyordum. Kenef  üzerine yazılmış ne bulursam okuyordum. Yapmak istediğim bir çok tesisat işleri olduğu için öncelikle teknik bilgiler içeren kitapları o-kuyordum.  59


Oturduğumuz ev iki katlıydı, alt katta yaşlı bir çift, üst katta annemle ben oturuyor-duk. Evimizin ufak ama şirin bir bahçesi vardı, babam buraya ufak bir tahta kulü-be  kondurmuştu  zamanında  ve  bir  nevi  bir  tamirhaneye  dönüştürmüştü  burayı. Keser, çekiç, testere ve karton kutulara doldurulup istiflenmiş yüzlerce paslı çivi, vi-dalar ve somunlarla doluydu. Kenefte bozulan kurnaları, komple muslukları da bu-raya depolamıştı. İşime yarayacak malzemeler olmasa da, bazı işleri burada yapa-biliyordum. Kitap okumadığım akşamlarda buraya kapanıyordum. Gelecekte ger-çekleştirmeyi düşlediğim tuvalet modellerinin maketlerini yapıyordum. En başında altından kalkamayacağımı düşündüğüm bu işi gittikçe daha çok benimsiyordum ve sevmeye de başlamıştım doğrusu. Annem benim kadar mutlu değildi, işten geç gel-diğim  her  seferinde  beni  acıyan  bir  yüz  ifadesiyle  karşılıyordu.  Omuzlarıma  kon-muş ağır bir yükü indirmeye yardım eder gibi, elini omuzuma koyuyor ve sıvazla-makla  tutmak  arası  bir  hareket  yapıyordu.  Her  seferinde  üzülmesine  gerek  ol-madığını ve hayatımdan memnun olduğumu tekrarlıyordum ama her nedense ona inandırıcı gelmiyordu bu söylediklerim. Zaman da annemin bu gereksiz üzülmeleri-ni, benim fazla umursamadan akıp gidiyordu. Babamın  ölümünün  üzerinden  iki  yıldan  fazla  bir  zaman  geçmişti.  Günlük  yaşamımız alışmış olduğumuz tekdüzeliğiyle akıp gidiyordu. İşlerimi bir hayli yolu-na koymuştum, altı gün çalışıyor ve sadece pazar günleri evde kalıyordum, daha doğrusu dinleniyordum. Pek evde durduğum olmuyordu, kendime bir motosiklet almıştım ve genelde ona binip şehri turluyordum. Başka semtlerdeki, açık alanlar-daki, parklardaki tuvaletleri inceliyordum. Nerede ne var gözlemliyordum, yeni ve değişik  olan  şeyler  gözümden  kaçmıyordu.  Gerçekten  berbat  olan  tuvaletler  ne yazık ki çoğunluktaydılar, çok az tuvalet bakımlı, temiz ve kullanılır durumdaydı. Şehrin en işlek ve merkezinde bulunan tuvaletler bile rezil ve kullanılmaz bir du-rumdaydılar. Acaba bu tuvaletlere bir Belediye görevlisi girmiyor mu, bu durumu görmüyor  mu  ya  da  görmek  mi  istemiyorlardı?  Kendime  sürekli  bu  soruları  so-ruyordum. Ya insanlar, neden onlar bu rezilliği kabulleniyorlardı, neden bir şikayet yoktu, bu durumdan hiç mi rahatsız değildiler? Tüm toplum bu boklukları ve bu bokları  kabullenmişti,  durum  böyleydi  ve  kimseden  ses  çıkmıyordu,  kimse  bokla uğraşmak  istemiyordu.  Nasıl  bir  yerde  ihtiyacınızı  gidereceğiniz  tamamen  şansa kalmıştı. 60


Seksenli yıllarda bu toplum, bugün sahip olduğu şartlardan fersahlarca uzak ve  yoksundu. O zamanlar ülkemize yabancı sermaye bu boyutta girmemişti ve ne Mc Donald`s lar ne de Starbucks`lar vardı. Kapitalin elimizden aldığı manevi değerle-ri ve insanlığı bir yana bırakalım. Getirdiği everensel standartlar bu ülkenin tuvalet-lerine çağ atlatmıştır. Bunu, ülkemiz tuvaletlerinin otuz yıllık sürecini gözlemlemiş birisi  olarak  söylüyorum.  Her  neyse,  eskiyi  anlatıyordum.1970'li  yıllardan  1990'lı yılların başına kadar şehirler arası otobüslerin hareket ettiği eski Topkapı otogarı vardı, her gün yirmidört saat açık olan bu garajın tuvaletine girmek gerçekten cesa-ret  isterdi.  Kadın  tuvaletlerinin  önünde  kaytan  bıyıklı  adamlar  sıralanmış  durur-lardı. Erkek tuvaletlerinin önünde ona keza kapkaççılar cirit atarlardı. Seyahat e-den  insanların  bir  anlık  ihtiyaç  molalarını  zehir  eden  onlarca  olay  yaşanırdı  bu tuvaletlerin içinde ve çevresinde. Oradaki bu manzarayla karşılaştığınız an, tuvale-te  girip  girmemeyi  ince  düşünürdünüz.  Eski  arabalı  vapurlardaki  tuvaletler  bir başka sancılıydı, ışıklandırılmamış ve zifiri karanlık bu tuvaletlerin kapısından içeri adım attığınız anda ayağınız çorap hizasına kadar boka batabilirdi. Kimse sizi u-yarma  gereği  görmezdi.  Tuvaletin  kapısına,  kullanım  dışı  olduğu  hakkında  bir  u-yarı yazısı asmak veya kapıyı kilitlemek hiç bir vapur görevlisinin görevi dahilinde değildi. Karşı kıyıya kadar dayanacak durumda değilseniz, kapının eşiğine çömelir ve ihtiyacınızı giderirdiniz. Ülkemizde yolda olmak sıçmak demekti. Elini hangi tuvaletin kapısına atsan bok dökülüyor. Bok dökülmeyen, sidik kok- mayan bir tuvalet yok. Türkiyede şöyle ohhhh diyerek sıçabileceğin bir tuvalet yok.  Bir memleket nasıl bu hale gelir akıl almıyor. Her yerde, her şeyde bir bok kokusu. Boktan  bir  cahillik,  boktan  bir  açlık,  boktan  bir  ilkellik.  İlkel  insanlar,  ilkel  bir yaşam, ilkel bir kültür ve ilkel tuvaletler. Benim şaştığım, bu insanlar birbirlerinin yüzlerine  utanmadan  ve  sıkılmadan  nasıl  bakıyorlar?  Birbirlerinin  ellerini  sıkıyor-lar  ve  birbirlerinin  ellerinden  bir  şeyleri  alıp  nasıl  yiyebiliyorlar?  İşte  bütün  bu insanlığa yakışmaz, rezil ve insanı aşağılayan bu durumdan, bu günlerin tuvaletleri-ne geldik. Geldiğimiz yerde bok yok mu? Olmaz olur mu, tabii ki var. Tuvaletleri-miz  eskisinden  daha  temiz  olabilir,  daha  hijyenik  ve  daha  konforlu  olabilir  ama sanırım  şimdi  ki  sorunumuz  insanların  eskisinden  daha  bok  olması.  İşte  bokluğu-muz, işte modern ülkemiz. Bu boktan yığının üstüne çıkmış konuşuyorlar.  61


Dinden  ve  temizlikten  bahsediyorlar,  kültürden  ve  mirastan  bahsediyorlar.  Kandıramazsınız. İnsanlar bok içinde yaşamayı haketmiyorlar. Çağımızda insanlar temizleniyor, temiz bir insan oluyor. Yeryüzü bir bokluktur.  Ve bu boklukta, tuvalet kagıtlarıyla, musluklardan akan sularla, deterjanlarla, anti bakteriyel temizlik malzemeleriyle, güzel kokularla, kolonyalarla, sabunlarla insan bir  temizlik  devine  dönüşüyor.  Yarım  kilo  bile  gelmeyen  bir  kütleye  bütün  silahl-arıyla aynı anda saldırıyor. Gözü dönmüş bir gladyatör gibi, kenef  denen arenada bokundan eser bırakmıyor.   Çağımız temiz bir çağ, insanlar temizleniyor. Fayans-lar  gıcır  gıcır  parlıyor,  klozetler  ve  pisuarlar  pırıl  pırıl  ama  yine  de  bokun  zavallı seyircileriyiz. Bana baba mirası olan kenefçilik, uzay çağında seçmeli bir meslek olacak, buna  inanabilirsiniz. İnsanlar bokun ne olduğunu çok iyi anlayacaklar. Yaşam denen bu organik döngü içinde bok hakettiği konuma gelecektir. Gelecekteki kenefler bir la-boratuvar  görevi  üstleneceklerdir  ve  kenefçilik  yapan  kişiler  de  birer  analist  ve kimyager gibi işlerini icra eden insanlar olacaklar.   62


8 Tanker Tanker Bok İlk tatil ve ilk büyük iş. Hayatımın ilk tatiline çıkmadan önce birisi bana başıma ge-lecekleri söyleseydi asla inanmazdım. Babamdan kalan kenef  çok iyi bir duruma gelmişti ve ben iki yıldır ikinci bir kenefin sahibiydim. Bu ikinci kenefi de berbat bir durumda devralmış ama iki yıl gibi bir süre içinde orasının da standartını yük-seltmiştim ve iyi de para kazanıyordum. Hem gençliğimin hem de yorgunluğumun hakkı  olan  bir  tatili  zaten  uzun  zamandır  istiyordum.  Antalya`  nın  turizmde  ilk büyük yapılanmalarını yaşadığımız yıllardayız. Herkesin dilinde oradaki büyük ve şaşaalı  oteller  ve  denizin,  güneşin  güzelliği.  Ben  de  tatilimi  Antalya`da  yapmaya karar  verdim.  Keneflerin  başına  koyduğum  elemanlara,  burada  olmayacağım  on gün süresince neler yapmaları gerektiğini hem birer birer tembihlemekle kalmayıp, notlar halinde yazılı olarak ta bıraktım. On gün tatil yapacağım diye işlerimin aksa-masına tahammül edemezdim. Akşam eve erken geldim ve odama geçip ufak bir valize eşyalarımı yerleştirdim. Annemi de götürmek istemiştim ama o gelmek iste-medi. Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptım ve annemle vedalaşırken, ona da tekrar bir terslik olması durumunda beni muhakkak aramasını tembihledim. Kala-cağım  pansiyonu  biliyordum  ve  orasının  telefon  numarasını  elemanlara,  anneme ve  Seyfettin  abiye  dahi  vermiştim.  Pansiyoncu,  Seyfettin  abinin  bir  arkadaşının oğlu oluyordu ve tanıdık birinin yanında kalmak ilk tatil için güven veren bir du-rumdu.  Üstüne  üstelik  ekonomikti.  Topkapı  otogarından  yarım  saat  sonra  kalka-cak  olan  otobüsümüze  tıkıştık  çünkü  yağmur  yağmaya  başlamıştı.  En  önde  bir koltukta  oturuyordum,  otobüsün  ön  camından  yola  bakabileceğim  için  mut-luydum.  Arif  Bey: 63


„ Benim adım,“ dedi. „ Şunun şurasında yarın öğlen denizdesin, bol bol yüzer  ve güneşlenirsin.“ Arif  Bey benim bir tatilci olduğumu çakmış ki: „ Ben Antalya´yı çok iyi bilirim, istersen gitmen gereken yerleri sana söylerim,“  dedi. „Oralımısınız?“ diye sordum. Kendimi anlattım. Başıma gelenleri bir bir söyledim. „Üzülme,“ dedi. Beni sevdiğini, birlikte çalışabileceğimizi ve güzel para getiren  işler yapabileceğimizi söyledi. „ Ben seni bokçuların kralı  yapacağım güzel kardeşim,“ diye de ekledi.  Ve dostluğumuz başladı. „ Antalya`yı yakında bok götürecek. Adamlar her gün yeni bir otel açıyorlar a- ma boku ne yapacaklar bilmiyorlar. Otellerin arka cephesine derin ve büyük fosep-tik  çukurları  kazıyorlar.  Bir  çukur  yetmiyor  ikincisini  kazıyorlar.  Bu  işin  böyle  de-vam etmeyeceğini onlar da biliyorlar ama şimdilik çözüm bu. „ „O söylediğin ne Arif, fopestik çukuru mu neyse işte?“ „ Foseptik çukuru, fopestik değil. Otellerin kanalizasyonu yok. Tuvaletlerden ge- len boklar bu çukurlarda biriktiriliyor ve bir zaman sonra tabii bu çukurlar doluyor ve boşaltılmaları gerekiyor. Bu işi yapan adamlar var ama henüz işin acemisiler ve her yere yetişemiyorlar. Ve güzel kardeşim inşaatlar devam ediyor. Onlarca, yüzler-ce, binlerce oteller açılacak daha. Bende bir tanker alıp bu işe başlayalım diyorum. Boktan nasıl para kazanıldığını bilen bir adamsın.“ Sonradan öğrendim ki, böyle cana yakın, beni kolumdan tutarak sarsması, kah- ve  söylemesi,  yolculuk  esnasında  benimle  saatlerce  konuşması  onun  için  olağan davranışlardan değildi. Daha sonra arkadaşları Arif  Beyin bana karşı olan bu seve-cen ve kardeşçe davranışlarına şaşırmışlardı. Bana çalıştığımız onca zaman boyun-ca bir çalışma arkadaşına davrandığı gibi değil, bir kardeşe davranır gibi davrandı Arif  Bey.   Sanki bunları daha o zamandan bilircesine samimice sormuştum ona nasıl yapacağımızı.  64


„ Bu işi nasıl yapacağız, onca parayı nereden bulacağız Arif  Bey?“  Başını  sallamıştı  bana  gülümseyerek.  Bu  gün  gibi  hatırlıyorum.  Tatil  boyunca  otelden otele koşturmuştuk, alacağımız ilk tankerin fiyatını ve nasıl finanse edeceği-mizi ve diğer yapmamız gereken işlerin hepsini soruşturmuş ve şirket kurma işlem-lerimizi tamamlamıştık. Ben, payıma düşen ortaklık miktarı olan parayı bir araya getirmek  için  tekrar  geri  döndüm.  Tatil  olarak  öngördüğüm  on  günü  çoktan aşmıştım.  Ayaklarımı  bile  denize  sokamadan  ve  amele  yanıklarımla  tatili  tüket-miştim.  İkinci  kenefi  çok  iyi  bir  miktara  elden  çıkardım  ama  bu  para  bana  yet-miyordu. Anneme durumu anlattım, kadın elindekini kolundakini bana verdi ve e-vimizi ipotek ettik. Biraz da borç alarak parayı topladım. Yapacağımız işin yürüye-ceğinden emindim ama yine de aldığım riskin büyüklüğü beni ürkütmüyor değildi. Bütün yumurtalarımı bir sepete doldurmuştum. Elimde kalan bir tavuk vardı, bu da babamdan bana kalan kenefti ve tepetaklak gelirsem, tekrar buradan devam e-decektim. Ya nasip! Biz olmasak sanki Antalya`yı bok götürecekti. Tankerler gece gündüz çalışıyor- du. Arif  ve ben geceli gündüzlü çalışıyorduk, ufak ofisimiz ve iki tankerimizle işlere yetişemez  olmuştuk.  İstanbul`a  eskisi  kadar  sık  gidemiyordum,  annemle  telefon-laşıyorduk.  İhtiyar  kiracılarımızın  evdev  çıkmak  istediklerini  söyledi  ve  babamın yapmış olduğu bir kira mukavelesi olmadığı için, tabii ki istedikleri anda evi boşalt-ma hakkına sahiptiler. Gerçi bir kira mukavelesi olsa da biz o iyi iki ihtiyar insana bir zorluk çıkarmazdık. Anneme, bunu kendisine dert etmemesini söyleyemeden o bana yeni bir kiracı bulduğunu söyledi. Dul bir genç bayan evi tutmak istiyormuş ve  bir  oğlu  varmış  ve  kocası  şehit  olmuş.  Yeni  kiracımızı  onayladım.  Kenefte  de işler iyi gidiyordu ve bir yaramazlık yoktu çok şükür. Bir sorun olmaması güzeldi, buradaki işlerimi bırakıp nasıl giderdim bilmiyorum. Kaportacı Seyfettn abiyi de telefonla arıyor ve işlerim hakkında bilgilendiriyordum ve bir zahmet benim elema-na arasıra bakmasını rica ediyordum. İşlerim çoktu. Bu bok taşımacılığına devam ederken başka bir işi keşfetmemiz uzun sürmedi.  Yeni  inşa  edilen  otel  şantiyelerinde  de  bir  kenef   sıkıntısı  çekiliyordu.  Dev  oteller doğanın  kucağında  ve  etrafında  medeniyet  olmayan  nadide  bölgelerde  inşa  edi-liyorlardı. İnşaat işçilerinin ihtiyaçlarını gidecek bir yer yakınlarda bulunmuyordu, sağda solda biriken molozların ve kum yığınlarının arkasına sıçıp işiyorlardı. Sıcak  65


yaz günlerinde şantiyeler kokudan ve sinekten geçilmiyordu. Hasta olan işçiler bile oluyordu. Arif´le ben bu işe el atmaya ve hem bir çözüm getirmeye hem de yeni bir sektör oluşturmaya karar verdik. İnsanların bokla doldurduğu, bizim tanker de-diğimiz ama gerçek adı *Vidanjör olan araçla boşalttığımız foseptik çukurlarının ufak versiyonu bir işti yapacağımız iş. Arayıp araştırdık ve kısa bir zaman içinde on tane kabin portatif  kenefi üretip kullanıma hazır duruma getirdik. Doldur boşalt-tan esinlenerek bu kabin keneflere D0B0 ismini verdik. D0B0 larımız hazırdı. Al sana tuvalet.wc veya 00 içeren D0B0. Kabinler çok şirin olmuşlardı. deniz mavisi renkte ve adeta gir bana sıç dercesine davetkárdılar. İnşaat şirketlerini ikna etme-miz  ve  bu  D0B0  ları  kiralayıp  şantiyelerinde  kullanmalarını  sağlamamız  zor  ol-mamıştı. Herkes durumdan memnundu ve elimizdeki on tane kabin bize yetmez duruma gelivermiştik. Büyük düşünüp büyük oynamanın zamanı gelmişti.  Uzun bir süredir annemi görmediğim için Arif`ten bir haftasonu koparmış ve  atlayıp gelmiştim. Bahçe kapısından içeri girdiğimde, bahçede top oynamakta olan çocukla karşılaştım. Topu evin duvarına tekmeliyordu, o da beni görmüştü ama ra-hat  bir  şekilde  oynamaya  devam  etti.  Tanışmak  için  ilk  önce  benim  konuşmam gerektiğini anlamıştım. „ Merhaba. „ „ Haloo. „ „ Adın ne senin? „ „ Aslan. „ Üzerindeki Galatasaray formasından ötürü kendisini böyle tanıtmayı sevdiğini  düşündüğüm için tekrar sorma gereği duydum. „ Öyle değil, senin gerçek adın ne? „ „  Aslan  dedim  ya  abi,  benim  gerçek  adım  Aslan.  „  Bana  biraz  darılmış  gibi  baktı, ona adını tekrarlatmama gücenmiş görünüyordu. *Vidanjör: Vidanjör, üzerinde vakum sistemi yer alan ve bu sistem sayesinde genellikle evsel ve  endüstriyel nitelikli atık suları üzerinde yer alan tanka dolduran araçtır. 66


„ Aslannnn kimle konuşuyorsun oğlum? „ „ Bir abi var burada, bana ismimi sordu. „ Çocuğun  bu  cevabı  üzerine,  alt  dairenin  kapısında,  elleri  köpük  içinde  bir  kadın beliriverdi. Başında bir yemeni vardı, yemeninin kenarlarında oyalar. Gözle-ri dikkatimi çekti. „ Ben bu çocuğun annesiyim, kimse onun kılına dokunamaz. „ Gözleri bana bunları söyledi. Buna rağmen bana bir tanıdığına bakar gibi baktı. Tam kendimi tanıtmaya hazırlanırken annem geldi. Elinde, üstü bezle örtülü bir tepsi taşıyordu. Lahmacun kokusunu almıştım. „ Buyur kızım, soğutmadan atıştırın. Afiyet olsun. „ „ Ahhh anacığım ne zahmet ettin, ellerine sağlık. „  Aslan da benim gibi kokuyu almış görünüyordu, top oynamayı bırakıp annesi- nin  eteğine  tutunmuştu  ve  sanki  içinden  „  Naz  yapma  anne  al,  bak  ne  güzel sımsıcak lahmacunlar bunlar, „ diyordu. „ Hoşgeldin evladım, hadi sende acıkmışsındır, gel sofra hazır. „ „ Afiyet olsun sizlere, „ diyebildim. „ Sağolun, size de afiyet olsun, „ dediğini duydum ve annemin arkasından mer- divenleri çıktım. Annem tuhaf  bir kadın, sanki geleceğimi haber vermişim gibi ve üstelik çok acıktığımı söylemişim gibi bir sofra hazırlamıştı. Soframız rengarenkti, yemyeşil maydanozlar, dilimlenmiş sarı ve sulu limonlar, kırmızı soğanlar, kupalara doldurulmuş köpüklü bembeyaz ayran ve dumanı tüten lahmacunlar biraraya ge-lerek muhteşem bir görüntü oluşmuştu. Hollandalı ressam Vincent Van Gogh´un ünlü tablolarından birisi olan “ Kartoffelesser “ (Patates Yiyenler) isimli tablosunda olduğu gibi karanlık ve kalabalık olmasa da, o tabloda algıladığım dürüstlüğü ve berekete olan şükranı simgeliyordu. Masaya halá bir şeyler taşımakta olan anneme sımsıkı sarılıp yanaklarından öptüm. Şaşkın ama mutlu gülümsedi. Düşüncelerim ve  duygularım  fırtınaya  tutulmuştu.  Az  önce  aşağıda,  genç  kadının  anneme  a-nacığım deyişi kulaklarımda yankılanıyordu. Benden başka birisinin anneme böyle hitab ettiğine ilk defa şahit olmuştum. Garip gelmişti kulağıma ama buna rağmen çok hoşuma gittiğini kabulenmeliyim. Anacığım...  67


Bu söz yüreğimi kabartmıştı, beni hiç niyetim yokken ve hiç beklemediğim bir  anda,  kimsenin  tutamayacağını  sandığım  bir  yerimden  tutmuştu,  hatta  kavramış ve yakalamıştı. „ Adı Ayla, „ dedi annem.  „ Anlamadım, Ayla kim anne? „ „ Oğlum senin aklın nerde? Ayla diyorum, kiracımızın adı Ayla. „ „ Güzel. „ „ Evet, hakikaten güzel bir bayan. Demek sen de beğendin. „ „ Yok anne öyle değil, güzel bir isim yani. „ „ Sadece isim mi güzel, kadın güzel değil mi ? „ „ Anne ne söylemek istiyorsun, elin kadınının güzelliğini mi konuşacağız şimdi?  „ “ Konuşalım ne var bunda? Garibanın kocası şehit düşmüş, kimi kimsesi yok bu- ralarda.  Oğlusu  da  pek  tatlı  ve  terbiyeli  bir  çocuk  maşallah.  Bana  büyük  anne diyor. „ „ Ayla da sana anacığım diyor. „ „  Desin,  ben  onun  anası  sayılırım.  Benim  yaşımdaki  bir  kadına  abla  diyecek  değil  herhalde.  Bu  bizim  kültürümüzde  var,  annen  yaşındaki  kadınlara  anacığım diyebilirsin. Gerçekten anacığı olsam ve Aslan gibi bir torunum olsaydı ne sevinir-dim. Baban gitti, sen bir var bir yoksun. Tek başıma burada nasıl yaşadığımı bir ben bir de Allah biliyor. „ Annemin kalbinden geçenleri okuyordum ve konuyu ne zamandır açmadığı ev- lilik üzerine getirmeye çalıştığını seziyordum. Haksız değildi ama şimdilik aklımda olmayan bir şeydi evlenmek. Gönlünü kırmak istemiyordum. „ Kısmet be anacığım bir gün o da olur. „ „Tabii kısmet evladım ama insanda niyette olmalı. Bak bende yaşlandım artık,  kucağıma bir torun alsam, bana anacığım diyen bir gelinim olsa fena mı olur? „ 68


Cevap vermedim. Aslan`ı öyle top sektirirken gördüğüm an kendi çocukluğum  aklıma  gelmişti.  Ben  de  onun  yaşlarında  aynen  böyle  topu  aynı  duvarda  sektirir-dim ve bahçe kapısından babam içeri girerdi, ben anneme „Babam geldiii! „ diye seslenirdim. Nerede kaldı o günler, zaman ne çabuk geçti? O zamanlar biraz daha yeni  görünen  bu  ev  ahşaplaştı,  annemin  kusursuz  çehresine  çizgiler  düştü,  ben evlendirilecek bir adam oldum. Kendimizi dışarıdan izleyemediğimizden midir ne-dir, olup bitenleri çok sonra görüp anlıyoruz. „ Lahmacunlar güzel olmuş mu? „ „ Ellerine sağlık anne. „ „ Pek bir daldın gittin. „ „ İş güç işte anne, kafamda bir sürü plan program var. „ „ Takma kafana oğlum, Allah büyük. Bu güne kadar her tuttuğunu altın ettin,  baban yaşasaydı da senin bu çalışkanlığını, bu azmini görseydi ne sevinirdi. „ Annem her zamanki sevecenliğiyle, içinde bulunduğum bu dalgın ve düşünceli  halimden  beni  çıkarmak  için  çaba  sarfediyordu.  Onu  daha  fazla  üzmemek  için, neşelenmiş gibi görünmeye gayret ettim. Babamın yokluğunun onun için ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyordum. Beni teselli ederken bir nebze de kendisini teselli ediyordu. „ Lahmacunlar harika olmuş anacığım, böyle lezzetli lahmacun Antalya´da yok  inan. „ „ Allah yardımcın olsun oğlum, kimbilir sen oralarda ne zor şartlarda yaşıyor- sundur, hasta olsan bir çorba pişirenin yok yanında. Her gece rabbime dua ediyo-rum senin için. Yolunu açık et evladımın, onu kötülerden ve kötülüklerden koru, rızkını bol eyle ya rabbim diyorum. „ „ Allah seni duyuyor anacığım, dilediklerinin hepsi oluyor çok şükür. „ Yemeğimizi yedik ve kahvelerimizi içtik. Anneme, yapmakta olduğum ve Arif´le  beraber daha neler yapmak istediklerimizi uzun uzun anlattım. Muhabbetimize za-man zaman aşağı kattan gelen sıcak gülüşmeler katılıyordu. Biz burada ana oğul dertleşirken, Aslan ve Ayla´da ana oğul oynaşıyorlardı.  69


Her  bir  kıkırdaşmada  annemle  bende  gülümsüyorduk.  Annem  gençleşiyor  ve  ben çocuklaşıyordum onları duydukça. Son zamanlarda böyle mutluluk ve huzur dolu  bir  akşam  geçirmediğimize  içten  içe  üzüldüm  doğrusu.  Annem  yattı  ve aşağıdan  gelen  seslerde  kesilmişti,  belli  ki  anne  oğul  birbirlerine  sarılarak  uyu-muşlardı. Gecenin serinliğinde balkona çıkmıştım ve ilk defa içimde bir aile özlemi hissetiğimi  farkettim.  Bir  eşim  olduğunu  ve  çocuklarım  olduğunu  hayalimde  can-landırmaya çalışıyordum. Sıcak bir yuvanın bana verebileceği mutluluğun nasıl bir duygu olabileceğini duyumsamaya çalışıyordum. Aklıma, babamın bana hiç masal anlatmadığı  ve  hiç  birbirimize  sarılarak  uyumadığımız  geldi.  Serin  karanlıkta  ba-bamın  gözlerine  bakar  gibi  baktım  balkondan  uzaklara  doğru.  Ağustosböcekleri-nin  sesleri  duyuluyordu,  bir  süre  onları  dinledim  düşüncelerimden  uzaklaşarak.  Gökteki  yıldızlara  baktım,  zamanın  ne  çabuk  geçtiğine  hayıflandım  kendi  kendi-me.   Sigaramın kırmızı ucuna bakarak kederlendim. „Bir gün benimde bir ailem olacak, belki bir oğlum da olacak ve kimbilir o da babası hakkında neler düşüne-cek?“ diye sordum kendime sessizce. Sabah her zaman ki gibi erkenden uyandım. Annem uyuyordu, Ayla ve Aslan  da derin uykudaydılar. Gürültü yapmak istemediğim için, motorumu iteleyerek so-kağa  çıkardım  ve  evden  uzakta  çalıştırdım.  Sokak  araları  karanlık  ve  güneş doğmamıştı. Şehrin sabah karanlığında bu yarı uyur halini seviyordum. İçime, ye-ni yağmış kara ilk basan bir çocuğun sevinci doluyordu. Dar yollardan geçerken motorun egzozundan çıkan ses sanki evlerin duvarlarına vurup daha da güçleniyor-du.  Derin  uykularından  uyanan  insanların  kızgın  yüz  ifadelerini  gözümde  can-landırabiliyordum. Bir vakit sonra sokak aralarından çıkmış ve sanayiye giden yol-da uçuyordum. Fabrikalar, yıkama ve boyama atölyeleri, çıplak ağaçlar, park edil-miş kamyonlar, ışıkları yanan ekmek fırınları iki yanımdan akıyorlardı. Boş araziler-de  uyuklayan  sokak  köpekleri  havlayarak  yerlerinden  fırlıyorlardı.  Şehri  uykusun-dan uyandırmaya kararlı bir çalar saat gibi sessizliği zangırdatıyordum. Babamın yattığı mezarlığın yanından geçtim. Yıllar önce çıplak olan düzlükler yeni mezarlar-la dolmuştu. Ölülerden kaçar gibi, motorumu bayır aşağı saldım. Üzerimden bir uçak geçti. Uçağın gürültüsünden korkan bir kedi yola fırladı ve motorun ön teker-leğini yalayarak kendini yolun karşı tarafına attı.  70


Süratimi  düşürdüm  ve  eve  doğru  yola  devam  ettim.  Motoru  sessizce  bahçe  kapısından içeri geçirdim. Sırtımdan ter akıyordu, merdivenleri çıktım ve mutfakta kahvaltı  hazırlayan  anneme  günaydın  bile  demeden  kendimi  duşun  altına  attım. Traşımı  olup,  taranıp  giyindim  ve  mutfağa  annemin  yanına  geldim.  Arkasından sarıldım ve yanağına bir öpücük kondurdum. “ Günaydın anne.“ “ Günaydın oğlum,“ dedi gülümseyerek. „ Kahvaltıya misafirlerimiz olduğunu gördün demek.“ “ Ne misafiri?“ “ Ayla ve Aslan da bizimle kahvaltı edecekler. Onları kahvaltıya davet ettim.“ Annemin özenle donattığı kahvaltı masasına baktım, dört kişilik hazırlanmıştı.  „ Ben de bu su böreğini annem bana özel yapmış diye sevinmiştim,“ dedim. Anneme daha fazla nazlanmaya firsatım olmadı. Kapı çaldı. „ Hadi aç kapıyı, tam da zamanında geldiler vallahi.“ “ Günaydın, buyrun!“ diyerek kapıyı açtım. Aslan, taranmış saçları ve gülümseyen gözleriyle, annesinin önünden içeri girdi.  Ayla‘ nın elinde, annemin Lahmacun koyduğu tepsi vardı. Boş geri vermek isteme-diği için, tepsiye bir şeyler koymuş ve üzerini yine annemin lahmacunları örttüğü bezle  örtmüştü.  Üzerinde  çiçekli  basmadan  dikilmiş,  beyazın  ve  papatyaların  ha-kim olduğu bir elbise ve elbisenin üzerine giydiği sarı renkli örgü hırka vardı. Başın-da,  kenarları  sarı  papatyalarla  işlenmiş  beyaz  bir  tülbent  vardı.  Gülümseyerek, adımını eşikten içeri attı. “ Günaydın!“ Gülümsedim. Ayla, elinde tepsiyle mutfağa annemin yanına gitti. Ben ve Aslan  sofrada  yerlerimizi  aldık.  Karşılıklı  oturmuştuk.  Aslan,  sandalyesinde  dimdik  otu-ruyor ve ışık saçan gözleriyle bana bakıyordu. Annem ve Ayla ellerinde börekler ve çaydanlıkla geldiler ve kahvaltımıza başladık. Yıllar sonra soframız böyle sıcak ve aydınlıktı. 71


Annemin Su Böreği mükemmel olmuştu.   Kahvaltısını ilk bitiren Aslan, bana  bakarak. “ O motor senin mi?“ diye sordu. Bu çocuğun, karşısındakine böylesine dolambaçsız hitab etmesini seviyordum.  Amca  veya  abi  gibi  eklemeler  yapmıyor  ve  büyükleriyle  de,  kendi  yaşıtlarıyla  ko-nuşur gibi doğal ve samimi konuşuyordu.  “ Evet benim. Binmek istermisin?“ Başını annesine çevirip, onun bir şeyler söylemesini bekler gibi annesine baktı.  Ayla da bir cevap vermesi gerektiğini anlamıştı. “ Tabii ki motoru sen kullanamazsın Aslan, henüz ufaksın ama beraber gezmek  isterseniz ben karşı değilim.“ Aslan`ın  parlak  gözleri  daha  da  parladı  sevinçten.  Başını  tekrar  bana  döndü- rerek söyleyeceklerimi beklemeye başladı. “  Tamam.  Önümüzdeki  günler  ben  maalesef   burada  olmayacağım  ama  bera- ber motor turuna çıkacağımıza sana söz veriyorum. Sana da bir kask lazım ama bu sorun değil, ben ayarlarım. Kaskını takar arkama oturursun ve bana sıkıca tutu-nursan hiç sorun olmaz. İstediğin yere gideriz motorumuzla.“ “ Tamam, sıkı sıkı tutunurum,“ dedi Aslan. Önümüzdeki günler burada olmayacağım dediğimi duyan annem, “ Ne zaman gideceksin oğlum?“ diye sordu. “ Yarın Seyfettin abinin yanına uğramak istiyorum anne. Hem de işyerine ba- kar  ve  çoktandır  görmediğim  arkadaşları  da  görürüm,  sanırım  öbür  gün  yola çıkarım.“  Ben  bunları  anneme  söylerken,  Ayla  başını  hafif   öne  eğmişti.  Gözlerinde  bir  üzüntü belirtisi var mı yok mu göremiyordum ama merak ediyordum. Kendi kendi-me itiraf  etmeyi kabullenmediğim bendeki hüznün, onun bakışlarıyla tasdiklenme-sini bekliyordum. Başını kaldırdı ve göz göze geldik. Bakışları hüzünlüydü, umarsız gülümsemeye çabaladı, umarsız gülümsemeye çabaladım. İçim yandı. 72


“ Yolun açık olsun evladım, hayırlısı Allah‘ tan.“ dedi annem. “ Hayırlı yolculuklar,“ dedi Ayla. “ Sağolun!“ diyebildim yutkunarak. “ Ne zaman geleceksin?“ diye sordu Aslan. Hepimizin  cevabını  merak  ettiği  bu  soruyu  sormaya  bir  tek  o  cesaret  edebil- mişti. Onun bu çocuksu saflığı bizim bütün yetişkin çekinmelerimizin ve utanma-larımızın üstündeydi. “ Bilmiyorum Aslan,“ dedim. “Bilmiyorum,“ diye usulca tekrarladım cevabımı. „ Şarkılarımızı Öldürmeyin. Bu  nehrin  kıyısında  söylediğimiz  şarkılarımız  var  bizim.  Kuşlarla,  ağaçlar  ve  doğayla beraber söylediğimiz şarkılar. Bu nehri kirletir ve bizleri buralardan uzak-laştırırsanız,  biz  şehirlerde  yaşamak  zorunda  kalırız.  O  zaman  söyleyecek şarkılarımız  olmaz  ve  biz  oralarda  hasta  olup  ölürüz.  Ağaçlar,  kuşlar,  doğa  ve şarkılarda bizimle beraber ölürler.“ Bu  satırları  okuduktan  sonra  başımı  kitaptan  kaldırıp,  toprağa  çömelmiş  olan  ve elindeki kırık dalla bir çiçeğin dibini eşeleyen Aslan`a baktım. Bu güzel anın hiç geçmemesini  dilerdim  ama  dilemedim.  Hayatın  ne  kadar  geçici  olduğunu  bi-liyordum. Aslan`ın diplerini eşelediği, annemin suladığı, kenarlarında büyüyen ya-ban  otlarını  ayıkladığı  bu  çiçeklerde  açacaklar  ve  solacaklardı.  Yıllar  sonra  bu bahçeye  bakan  birisinin,  bu  bahçede  büyüyen  bu  çiçeklerden  ve  burada  bu  anı yaşayan bizlerden haberi olmayacaktı. Evet, evet bunlardan kimsenin haberi olma-yacak. Zaman çok unutkan. Bu bahçe, bu ev ve bizler unutulacağız, küçücüğüz bu koca dünyada... Hepimiz miniciğiz bu gökyüzü altında... Binlerce soruları olan çocuklarız, babam bütün sorularımın yanıtlarıydı. „Gökyüzü  nerede  biter?“  diye  sorduğumda  „Bitmez“  diyen  ve  bana  her  baktığında gülümseyen babam. 73


„ Şarkılarımızı Öldürmeyin. Bu  nehrin  kıyısında  söylediğimiz  şarkılarımız  var  bizim.  Kuşlarla,  ağaçlar  ve  doğayla beraber söylediğimiz şarkılar. Bu nehri kirletir ve bizleri buralardan uzak-laştırırsanız,  biz  şehirlerde  yaşamak  zorunda  kalırız.  O  zaman  söyleyecek şarkılarımız  olmaz  ve  biz  oralarda  hasta  olup  ölürüz.  Ağaçlar,  kuşlar,  doğa  ve şarkılarda bizimle beraber ölürler.“ Kimsenin kim olduğunu, nerede ve ne zaman yaşadığını, ne zaman bu sözleri  söylediğini bilmediği bir kadının sözleri bunlar.  74


9 Ayla Biliyor musun, biraz da senden uzakta olmak için çıkıyorum bu uzun yolculuklara... Senden u-zaklaştıkça bana kimi zamanlar derin acılar veren sukunluğum da son buluyor. İnsanlarla günde-lik şeyleri konuştukça uzaklaşıyorum bu acı veren suskunluğumdan. 75